Tag Archives: TRT

.::”Üçüncü Adamlara Dair” Devam Bölümleri İle TRT Belgesel’de!::.

Nihayet!

2013 yılında çekimlerini tamamladığım 7 bölümlük, sadece Yeşilçam’ın karakter oyuncularının yer aldığı belgeselim Üçüncü Adamlara Dair, devam bölümleri ile her Cumartesi, TRT Belgesel‘de…

Hakkı Kıvanç ağabey maalesef konu olduğu bölümünü göremedi. Şükür ki, Yavuz Karakaş, Necdet Kökeş, İhsan Gedik, Hasan Yıldız ve Mehmet Uğur görebilecekler.

Yukarıdaki kare belgeselin 2. bölümünden. Bu Cumartesi, 3. bölüm olan Yavuz Karakaş bölümü yayınlanacak. Sonrası ise sırası ile şöyle;

4. Bölüm: Necdet Kökeş

5. Bölüm: İhsan Gedik

6. Bölüm: Hasan Yıldız

7. Bölüm: Mehmet Uğur

Şimdiden keyifli seyirler.

Erhan Tuncer

.::Bilal Karahan, Babası Osman Han’ı Anlatıyor: Kara Murat filminde ‘Neden bir Osmanlı bir Bizanslı oluyorsun?’ dediğimde, ‘Oğlum; Cüneyt Arkın bir vurmaya on adam deviriyor… Sette adam mı kaldı… Mecbur ölüp ölüp diriliyoruz…’ demişti::.

Değerli sanatçımız Osman Han‘ın oğlu ile, Üçüncü Adam’ın İnstagram hesabını açtığımız gün tesadüf eseri tanıştık ve heyecanla az sonra okuyacağınız röportajı gerçekleştirdik. Osman Han’ın ilk kez böylesine detaylıca anıldığı bu çalışmamızın gerçekleşmesi için tüm samimiyeti ile emek veren, değerli karakter oyuncumuzun oğlu Bilal Karahan‘a sonsuz teşekkürler…

1) Çocukluk yıllarınızdan kısaca bahseder misiniz? Babanızla ilişkiniz nasıldı?

Abimle birlikte çocukluk yıllarımız Rize’de mavi ile yeşilin içe içe olduğu bir ortamda geçti. Müstakil evimizde mütevazı bir hayat sürdük. Babamla ilişkilerimiz her çocuğunki gibiydi. Biz abimle yaramazlık yapardık o bize önceleri kızar, sonra sarılır affederdi.

2) Babanızın sinema kariyeri öncesinde herhangi bir mesleği var mıydı? 

Babam çok iyi bir aşçıydı. Sinema öncesi ve sonrası bu mesleğinden hiç vazgeçmedi. Çok özel yerlerde bu mesleğini sürdürdü ve başta biz olmak üzere çok insan yetiştirdi. Özellikle deniz mahsulleri üzerine çok leziz tatlar sundu. Mersin‘den İstanbul’a ve en son Rize’de emeklilik dönemine kadar çalıştı. Sinema geçmişi bilindiği için çevresi bir hayli genişti. Sinema sektöründe çalışıp akabinde emekli olup işlerini devam ettirebilen ender üçüncü adamlardandı.

3) Osman Han’ın sinema kariyeri nasıl başladı?

İstanbul Beyoğlu’nda aşçılık yaparken Kadir Savun ile tanıştı. Mimikleri ve Rize şivesi hoştu. Altın çağını yaşayan Yeşilçam furyası babamı da etkilemişti. Ve sinema hayatı bu şekilde başlamış oldu.

4) Sinemada ne tür zorluklarla karşılaştı? Bu zorlukları sizlerle paylaştı mı?

Sinema o dönem çok para kazandırmıyordu. Bir çok film çekiliyordu. Uzun çalışma saatleri, bir setten öbür sete koşuşturmacanın yorucu olduğundan bahsederdi. Hatta bir sohbetimizde kendisine, Kara Murat filminde ‘Neden bir Osmanlı bir Bizanslı oluyorsun?’ dediğimde, ‘Oğlum; Cüneyt Arkın bir vurmaya on adam deviriyor… Sette adam mı kaldı… Mecbur ölüp ölüp diriliyoruz…’ demişti. Bu işin zor ama güzel tarafıydı. Asıl sıkıntı bir sendikanın olmayışı, bir ajansa bağlı olmamaları ve TRT’nin o dönem Yeşilçam’a sahip çıkmamasıydı. Zira Üçüncü Adamlar hep hazin sonlarla anıldı. Bu da devletin o dönem sanatçılarına ne kadar az değer verdiğinin göstergesiydi.

5) Çalışma disiplini açısından Osman Han’ı nasıl değerlendiriyorsunuz? Rolü üzerine düşünen bir oyuncu muydu yoksa her şey sette başlayıp sette mi bitiyordu?

Gerek sinema hayatında gerek iş ve ev hayatında disiplinli ama bir o kadar da yumuşak kalpli bir insandı. Rolleri genelde kısa kısa Ve belirli sahneler olduğu İçin hata yapmamaya çok özen gösterirdi. Birçok filmde babamı izlediğim zaman bir şeye dikkat ettim. Hiçbir zaman kameraya bakmadı. Oynadığı anı hep yaşadı.

6) İzleyicilerimiz Osman Han’ı ağırlıklı olarak kavgacı – kötü adam karakterleri ile hatırlıyor. Bir çok tehlikeli kavga sahnesinde başarılı performansları oldu. Hatırlıyorsanız, oynadığı  filmler ile ilgili size anlattığı bazı anılarını bizlerle paylaşır mısınız?

Evet rolü gereği  bir hayli kavgacıydı. Levent Kırca’nın Taşı Toprağı Altın Şehir filminin kavga sahnesinde yaralanmıştı. Bir de Battal Gazi filmlerinin birinde attan düşerek kaburgasını kırmıştı. Ama bunlar o zamanın sinemasının gerçekleriydi.

*Fotoğrafın üzerine tıklayarak büyütebilirsiniz.

7) Başarılı bir karakter oyuncusu olarak, “keşke oynamasaydım”  ve “keşke o filmde ben de oynasaydım” dediği filmler var mıydı?

Babamın sinemayı bırakması 79’dan sonra Yeşilçam sinemasının İtalyan sineması kültürüne (Erotik Film Furyası) kaymaya başladığı zamanla denktir. Aile geleneği, yetiştiriliş tarzı  o dönemden sonra sinemayı bırakmasına ve Rize’ye yerleşmesine neden olmuştur. Bence Eşkıya filmi Türk sinemasının yeniden dirilişidir. Ve bu filmden sonra Türk sineması kendi  kimliğine yeniden bürünmüştür.

8) Sitemiz sinemamızın Üçüncü Adam’ları, emektarları üzerine bir site. Bizler çalışmalarımızda sıklıkla, onların hak ettikleri değeri göremediklerinden bahsediyoruz. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?

Üçüncü Adam örnek bir site. Bir filmi 10’larca kez izleyip yeniden izlediğinde bir insan yine mutlu olup heyecanlanabiliyorsa bu gerçek bir başarıdır. İnsanlar Üçüncü Adamlara çok şeyler borçlu ve bunu birilerinin görmesi ve ekrana taşıması ayrı bir mutluluk. Üçüncü Adamın çok daha başarılı işlere imza atacağı aşikar. Yolu her daim açık olsun.

9) Babanız Osman Han olarak, sinemada hayal ettiği yerde miydi?

Bir insanın bir işteki başarısının ölçüsü zirve olmaktır. Elbette ki babam istediği yerde değildi. Türk sinemasında istediği yerlerde olan insanlar özel ailelerden gelen veya çok özel yeteneklere sahip olan kişilerdi. Bir Kadir İnanır, bir Kemal Sunal, bir Öztürk Serengil olmak elbette ki her oyuncunun hayali ama şartlar ve kimlikler kimi zaman insanı bir yere kadar taşır. Biz babamı böyle de çok sevdik. O bizim ailemizde hep başroldeydi.

10) Son olarak babanız ile ilgili unutamadığınız birkaç anınızı bizlerle paylaşır mısınız?

1998 yazında İstanbul’da Erol Taş’ı ziyarete gittik. Bir ayağı kesilmişti. Babamı gördüğü zaman ağladı. O kaba saba gibi gözüken adamın altın gibi bir kalbi vardı. Çok sarıldılar, eskileri yad ettiler. Erol Taş, çocuklarının mirası yüzünden kavgalarını babama açınca yine gözleri doldu ve ağladı. Koltuğun bir kenarında ben vardım, bir kenarında babam. Bu anımı hiç unutmam. İkisinin de mekanı cennet olsun.

Sevgi ve Saygılarımla…

Bilal Karahan.

*Aile fotoğrafları değerli sanatçımızın oğlu Bilal Karahan arşivinden temin edilmiştir.

 

.::Bir Sinema Tutkunu Ali Gençli, Tüm İçtenliğiyle Anlattı: “Düştüm düşlerimin peşine, düş kırıklıklarını bile bile…”::.

Sevgili Üçüncü Adam okurları merhabalar,

Bildiğiniz üzere, bloğumuzun Röportaj Köşesi‘nde, kıymetli sanatçılarımızla gerçekleştirmiş olduğumuz röportajlara yer vermekteyiz. Siz değerli okurlarımızın takdiri ve beğenisi ile kısa sürede binlerce kişiye ulaşan röportajlarımızda, her daim sanatçılarımızdan kendilerini en içten cümleleri ile ifade etmelerini istedik. Her röportajımız için bunu önemle rica ettik. Sağ olsunlar, var olsunlar tüm sanatçılarımız sorularımıza içtenlikle cevap verdiler ama bazı röportajlar sizler için olduğu kadar, bizler için de ayrı bir önem taşımakta…

İşte aşağıda okuyacağınız röportaj, bizim için ayrı bir değer taşıyor. Türk Sineması’nda yüze yakın filmde figüranlık yapmış, emektar sanatçımız Ali Gençli, röportaj sorularımıza öylesine içten cevaplar verdi ki, bu sunumu sizlere dolu dolu gözlerle hazırladık…

Aşağıda, sanata gönül vermiş, tam bir sinema tutkunu olan, emektar sanatçımız  Ali Gençli’nin sinema serüvenini, tüm samimi hisleriyle okuyacaksınız. Gençli, tutkularını ve anılarını anlatırken, bir yandan da dönemin çalışma koşullarına olanca gerçekliğiyle ışık tutuyor…

Kendisine, bizlere vakit ayırdığı için sonsuz teşekkür ederiz…

_______________________________________________________

Ali Gençli Hakkında: 1957 Yılında Keşan’da doğdu. 1976 yılında yüksek öğrenim için geldiği İstanbul’da 1980 yılına kadar yüze yakın filmde irili ufaklı rol alarak figüranlık yaptı. Aslan Bacanak – Ne Umduk Ne Bulduk – Bizim Kız – Ben Bir Garip Keloğlanım – Leyla – Portakal – Güneşli Bataklık -Ana Ocağı – Nerde Beleş Oraya yerleş – Vur patlasın Çal Oynasın – Kader Bu – Cemil – Darbe (İki Arkadaş) – Bitmeyen Şarkı – Deli Gibi Sevdim – Peki Öyle Olsun – Hayata Dönüş – Kara Murat Kara Korsana Karşı – Cennetin Çocukları – Aile Şerefi, bu filmlerden bazılarıdır. Ayrıca; Efes Pilsen – Bira Bu Kapağın Altında – Asya Yağları, Dandy Çiklet ve Permatik reklamlarıyla, Ziraat Bankası’nın “Sadri’yle 1 Dakika” adlı bir dizi reklam filmlerinde rol aldı. Ali Gençli, halen Aydın Söke’de yaşamını sürdürmektedir.

1) Çocukluk yıllarınızdan kısaca bahseder misiniz? Sanata ilginiz hangi yaşlarda başladı?

Ali Gençli: 1957 yılının Şubat ayında, Keşan’ın küçük bir yol üstü köyünde doğmuşum. Yol üstü derken, köyün içinden geçen asfaltın bir ucu İzmir’e, diğer ucu da Kapıkule üzerinden Almanya’ya uzanıyordu. Okul çağı gelince Keşan’a göç ettiğimizi anımsıyorum. Keşan’da başladığım ilkokul yaşantım, dördüncü sınıftan sonra Edirne’de devam etti. Bu kentte süren on bir yıllık yaşamım, sonunda bir Karadeniz köyüne öğretmen olarak atanmamla son buldu. Sinemanın o tılsımlı büyüsü ilkokula başladığım yıllarda beni içine aldı. Özellikle yazları açık hava sinemalarının tahta sandalyeleri, gazoz araları hayatımın bir tutkusu haline geldi. Daha ilkokuldayken bile okulu asıp, gündüz matinelerine kaçıp gider eve döndüğümüzde tadı damakta kalan dayaklar yerdik. Bir gün bir film galası için ilçemize gelen Ayşecik ve Ömercik okulumuzu ziyaret etmiş ve bizde umulmadık hayranlıklar bırakmıştı. Onların bu ziyareti düşler yolculuğunun da başlangıcı olmuştu. Edirne’de süren eğitimim sürecinde sinemaya olan tutkum daha bir arttı. Cumartesi günlerimizin vazgeçilmez eğlencesi sinema olmuştu. Hatta bazen birkaç arkadaş toplanır, “gelecek program ve pek yakında” levhalarının altındaki beklenen filmleri, afiş resimlerinden esinlenerek ayak üstü uydurma hikayelerle anlatırdım. Hayal dünyam ne kadar geniş olsa da filmi izlediğimiz zaman, öykünün benim anlattıklarımın yanından bile geçmediğini gördüğümüzde, arkadaşlarım beni alaya alır, ama bir sonra afişi öykülerken yine de sessizce dinlemeyi seçerlerdi. Orta okula geçtiğimde kentin yazlık sinemalarından birinde yer gösterici olarak çalışmaya başladım. Edirne Maarif Sineması, bildik tahta sandalyeli ve birkaç masası bulunan açık locadan oluşuyordu. Locadaki masaların biletlerini varsıl aileler alırlardı genellikle. Ve yer göstericilere gümüşi 25 kuruşluklardan bahşiş verirlerdi, diğer yerler için on kuruşluklar revaçtaydı. Her gece aynı filmi defalarca seyreder, adeta hareketleri ve replikleri ezberlerdim. O zamanlar, çikletlerden çıkan siyah/ beyaz artist resimlerini biriktirirdik. Bazen bu resimler koleksiyonumuzda yüzlere kadar çoğalırdı. Biz büyüdüğümüzde bu merakımızdan vazgeçerken, artist resimleri renkli olmaya başlamıştı. Ve….

2) Sinema kariyeriniz nasıl başladı? Hatırlıyorsanız, ilk set gününüzü anlatır mısınız?

Ali Gençli: Ve Kastamonu Küre ilçesinin bir dağ köyünde, bir yıl öğretmenliğin ardından İstanbul’da yüksek öğrenim için sınavları kazanmamla birlikte, “düştüm düşlerimin peşine, düş kırıklıklarını bile bile…” Ailem beni üniversitede okuyor sanırken ben yeni serüvenlere yelken açıyordum, hem de dümeni olmayan bir yelkenliyle. Öğretmen okulu son sınıftayken ‘Hey’ dergisinin “Yalçın Gülhan”la boğazda yaptığımız yat gezisi ve bu gezinin dergide haberlenmesi cesaretimi arttırmıştı. O dönemdeki yoğun siyasal olaylar yüzünden okul işgal altındaydı ve derslere girmek mümkün değildi. Bu benim işimi daha da kolaylaştırıyordu. Bir gün yaşamımın en ilginç rastlantısı, bize sağladığı beslenme ve barınma karşılığında, yatılı öğrencilere akşam saatlerinde “etüt ağabeyliği” yaparken, Haydarpaşa Lisesi’nde benim sınıfımda aşırı öz güvenli, hiperaktif, orta ikinci sınıfa devam eden Karadenizli bir çocukla karşılaşmak oldu. Sınıfın düzenini sağlarken beni yoran, bu çiçeği burnunda delikanlıyla yaşanan sıkı bir atışmanın sonucunda, aramızda umulmadık bir kardeşlik doğmuştu. Bu çocuk, o dönemde çekilen “Köprü” filmindeki çocuk oyuncu Levent İnanır’dı….

Bu küçük arkadaşımla hep sinema üstüne, hayaller üstüne ve dayısı Kadir İnanır hakkında söyleşileri koyulaştırdık. Benim sinema tutkum onun da ilgisini çekmişti. Bir hafta sonu dönüşü bana getirdiği bir telefon “Yeşilçam”daki yolun başlangıcı oldu.

“Düştüm düşlerimin peşine, düş kırıklarının beni beklediğini bile bile…”

“Büyük Parmakkapı Caddesi, numara üç…” diyor telefondaki ses ve sürdürüyor; “Taksim’den İstiklal‘e girişte, soldan ilk sokak, karşına okul çıkacak, ilk ara sokak…” Belleğimden geçen bu sözler ayaklarımı yönlendiriyor. Az önce indiğim Kabataş vapurundan çıkıp çiseleyen karla birlikte Gümüşsuyu’ndan Taksim’e geldim. Karşımda demir kapılı okul, ilk ara sokağa saptım. Kar çiseliyor, hava soğuk ama üşümüyorum. Beynimde sıcacık düşler… Biliyorum tılsımlı bir dünya beni bekliyor… “Burası mı?” diyorum, bodrum merdivenlerinden inen garson kılıklı adama. “İlk kez geliyorsan, yukarıya kayıt olacaksın.” diyor. Kim bilir kaçıncı kez yineliyor bu sözleri, her gün… Eski yapının daracık merdivenlerinden üst kata çıkıyorum. Bir üst kata çıkan merdivenler ve yandaki kapı karşılıyor beni. Kapı kapalı, az önce buradan çıkan, mini etekli bir kız merdivenlerden süzülüyor üst kata. İsteksizce izliyor gözlerim. Kapıyı öğrencilikten kalma bir alışkanlıkla vurup, giriyorum içeriye. Biri sakallı, iki kişi var içeride. Duvarlarda eski film afişleri, ‘Keşanlı Ali Destanı’na gözüm ilişiyor. Engin Cezzar’ınki… İçime bir ılıklık yayılıyor. Eh ne de olmasa ben de Keşanlıyım, hem de Ali!… “Keşanlı Ali abilerin komşusuyum…” desem mi acaba? Bir yararı olur mu diye geçiriyorum usumdan. Oysa biliyorum, o bir öykü kahramanı. Böyle bir esprinin sırası değil. Vazgeçiyorum. Duvarda bir pano var. Yılmaz Güney’in, Fatma Girik’in, tanımadık birkaç fotoğrafı iğneyle tutturulmuş üzerine. Masa başında oturan, önündeki deftere bir şeyler yazıyor. Sakallının boynunda flaşlı bir fotoğraf makinesi var. İkisi de takım elbiseli, artist gibiler. “Sabahleyin telefon etmiştim.” diyorum. “Önce kayıt.” diyor, sakallı olan. Adımı, adresimi, işimi yazıyor önündeki deftere masa başındaki. Adres olarak okulumu söyleyince, “Karşıdan gelmek zor olmayacak mı?” diye soruyor, belki etkili olur diye, “Üç aydır boykottayız…” diyorum. “O zaman sorun yok…” diyor. “Şimdi fotoğraf…” diye ekliyor ardından. Sakallının gösterdiği iskemleye ilişiyorum. Yan oturtuyor, başımı çeviriyor, “Kıpırdama!” diye uyardıktan sonra basıyor makineye, flaş patlıyor. Panoyu gösterip. “Resmini buraya asacağız, uygun rol için buradan seçileceksin.” diyor. “Borcun on iki buçuk lira.” diye ekliyor. Parayı verirken, kayıt eden kişi “Alt kata çayevine inip, bizden haber bekleyeceksin, her an bir iş çıkabilir.” diyor.

Bodruma, çay evine iniyorum. Penceresiz, izbe bir yer. Sigara, eskimiş çay kokuyor. Tüm duvarlar afişlerle kaplanmış. Karşıda çay ocağı, su buharı yükseliyor. Bir lamba ölgün ışığıyla aydınlatma çabasında bu daracık yeri. Üç masayı sekiz-on iskemle çevrelemiş. Tanıdık birkaç yüz var. Şu sakallı yaşlı adam, köy filmlerinde imam oluyor çoğunlukla. Karşısındaki kadını hiç görmemişim. Masalardan birine ilişiyorum yabancı yabancı, acemiliğim yüzümden okunuyor. İçerdekilerin hoşnut olmadığını hissediyorum. Ya da havalanmışlar gibi geliyor bana. Yanıma benim yaşlarımda biri oturuyor selam verip. Çaycı bir çay bırakıyor sorgusuz önüme. Yarısı kesik yüzük parmağına takılıyorum. “Sağ ol!” diyorum. “Çay içer misin?” diye soruyorum, yanıma oturan yaşıtıma. “Ben, Hüseyin Avni Dede…” diye tanıtıyor kendini. Elindeki kitabı masaya bırakıyor. “Tek Şekerli Çınaraltı” H.Avni Dede yazıyor, şiir kitabının kapağında… Rastgele bir sayfa açıyorum. “…zamanı yaşamayı sınıyorsunuz / odanız o kadar küçük ki, bir sigara içseniz ısınıyorsunuz…” dizelerini mırıldanıyorum, ilgilenmiş olmak için… Yıllardır tanıyormuşum duygusuna kapılıyorum ve rahatlıyorum. “Sizin kitabınız mı?” diye soruyorum, laf olsun diye… “Evet” diyor Hüseyin Avni… “Flaş patladı mı?” diye soruyor, ardından da, “Her yeni gelene patlar o flaş ama hiçbir zaman fotoğraf panoya asılmaz…” diye ekliyor. Bizim on iki buçuk liranın ayakbastı parası yerine geçtiğini düşünerek gülümsüyorum. Merhaba Yeşilçam, yeni düşler merhaba!

Aradan geçen zaman bizi hafta sonuna getirdi. Bir kaç gün işsiz güçsüz, heyecanla bekledik. Acaba sakallarımda mı bir uğursuzluk var deyip altı aylık sakallarımı, Cumartesi günü bir güzel kestirdim. Kendimi zor tanımıştım, tıraş sonrasında. Bu hafta böyle geçer diye düşünürken, yeni imajla bir fotoğraf daha çekilmem gerektiği söylendi. Umut dünyası işte, bir flaş daha patlattılar yüzüme. Haydi bir on iki buçuk daha. Kapıdan çıkıp aşağıya inerken kelli felli birisiyle karşılaştık. Sonradan bu beyefendinin “figürasyon”un sahibi Semih Bey olduğunu öğrendim. Aşağıda çayevi kapısında dört kişiyi ardına almış tanıdık olmayan birisini sıyırıp geçerken elini göğsüme bastırıp; “Dur bakalım, bu tarafa.” deyince anladım ki bizim sakallar işi bozuyormuş. Diğer ayrılanlarla birlikte, set görevlisi olduğunu öğrendiğimiz, orta yaşlı adam bizi üç katlı bir eski yapıya götürdü. Sonradan, bazı filmlerde ufak tefek rollerde gördüğümüz Niyazi Er‘in kostüm deposuna geldiğimizi ve buraya gelecek günlerde daha çok geleceğimizi, bir süre sonra anlayabilmiştim. Beş kişi üzerimize uyan klasik polis elbiselerini seçtik. Eskimişlik, toz, kir ve rutubet kokan bu yerden ayrıldığımızda saat ona geliyordu. Ve her geçen dakika benim heyecanım artıyordu.

Diğerlerinin davranışlarından deneyimli oldukları belliydi. Elbiselerimiz, aldığımız kostümlerin yerinde kalmıştı. Yine aynı görevli bizi peşi sıra, İstiklal Caddesinden, Taksim’e doğru götürdü. Mahşer-i kalabalığın arasından geçerek Sıraselviler caddesine geldik. Kalabalığın nedeni Bülent Ecevit‘in o gün yapılacak olan, günlerdir, sür manşet haberlere taşınmış ünlü ‘Taksim Mitingi’ydi… Burada, yer altına inen bir gece kulübünde bir süre bekletildik. Orada da ekibin diğer üyeleri beklemekteydi. Kameraman, setçiler filan. Bir süre sonra Cüneyt Arkın ve sonradan filmin yapımcısının da olduğunu öğrendiğim rejisör Melih Gülgen geldi. Yanlarında o günlerde daha yeni yeni tanınmakta olan Deniz Erkanat ta vardı. O günkü  sahne birkaç kamerayla çekilmişti. Cadde üstündeki binanın üzerinden kuş bakışı, ayrıca, bir de yerden kamerayla yapılmıştı. Biz kalabalığın için uzun bir yürüyüşle geçen Komiser Cemil‘in çevresinde polisler olarak dağınık bir şekilde, onu kalabalıktan koruyarak ve kollayarak yürümüştük. Tam üç kez yinelenen sahne Cüneyt Arkın hayranları tarafından sabote edilmişti. Bir ay geçmeden film vizyona girdi, ama kalabalığın içinde kendimi görmekte çok zorlandım. Böylece ilk kez kamera karşısına Cüneyt Arkın’ın bir filmiyle geçme mutluluğunu yakalamıştım. Miting olaysız bitmiş, “Ecevit’e Suikast Yapacaklar” haberi asparagas çıkmıştı. Dönüşte yaşadığımız serüven ise çok ilginçti. Setten beş polisi kostümleri değiştirmek üzere gönderdiler. Çekimler fazla sürmemişti. İstiklal Caddesi‘nden yürürken arkadaşların birisinin önerisiyle Bekâr Sokak tarafına yönelip, Yeşilçam çorbacısından birer tas çorba içtik. Polis giysileri ve belimizde tahta tabancalarla gerçek polisler gibiydik. Çorbacıya hesap ödemeye kalktığımızda “Polislerden para almıyoruz abiler!” sözleri beni çok şaşırtmıştı. Yeşilçam Piyasasını tamamen öğrendiğimde bunun, çorbacının arkadaşı olan, diğer polislerden Cesur Barut‘un bize bir oyunu olduğunu öğrendik. Bizi kandıran olayı kurgularken, çorbaların parasını o ödemişti. İlk set günümü böyle yaşamıştım…

Ve de tabii ki, akşam üstü dağıtılan yevmiyelerden payıma düşen altmış liranın da, sinemadan kazandığım ilk para olduğunu da anımsıyorum. Yine sonradan öğrendiğime göre asıl yevmiyeler, kadın oyuncular için yüz yirmi beş lira, erkek oyuncular için yüz lira iken, bizim kırk liralarımız, kadınların da yirmi beş liraları Patron Semih Bey’in kasasına gidiyormuş.

*Resme tıklayarak büyütebilirsiniz.

3) Çalışma disiplini açısından kendinizi nasıl değerlendiriyorsunuz? Rolü üzerine düşünen bir oyuncu muydunuz yoksa her şey sette başlayıp sette mi bitiyordu?

Ali Gençli: Her işte olduğu gibi, kamera önü oyunculuğunda da başarı için, disiplinin ön koşul olduğuna inanıyorum. Elbette o zamanlar çekimlerde genelde, çekim sırasında verilen görevleri doğaçlama yerine getirirdik. Ancak gerektiğinde verilen replik ve mizansenleri, ön çalışmalarla olgunlaştırır ve çekimlerde zorlanmadan sonuca giderdik… Benim lise yıllarında hatırı sayılır sayıda tiyatro oyununda oynamış olmam, birbirinden çok farklı da olsa kamera önünde işimi oldukça kolaylaştırıyordu.

4) İzleyicilerimiz sizi hatırlayacağı filmlerden bahseder misiniz? Bu filmlerle ilgili anılarınızı ve sizin için ne ifade ettiklerini anlatır mısınız?

Ali Gençli: Aslan Bacanak filminin benim için önemi çok büyüktür. Adını anımsamadığım, Zeki-Metin ikilisinin bir başka filmi için Eminönü Haliç Sebze Hali’nde hamalları oynayacaktık. Fakat sabah erkenden sette yerimizi aldıktan sonra, her şeyin hazır olmasına karşın, kesintide olan elektriklerin geç saatlere kadar gelmemesi yüzünden çekimler ertelenmişti. Sonradan çekilen bu sahnelerde bulunma fırsatı bulamamıştım. Sonra bir gün bizi Çamlıca’da, eski evlerden oluşmuş bir mahalleye getirdiler. Cevat Kurtuluş, Sami Hazinses, Perran Kutman, Zeki Alasya, Metin Akpınar, Gölgen Bengü, İhsan Yüce ve geniş bir ekip kadrosuyla çalışmalara başladık. O günü oldukça güzel fotoğraflayarak bugünlere taşıdığımı düşünüyorum. Bir evin penceresini boyarken, Zeki Alasya’yı kovalayan mahallelilerden birisi (Hüseyin Kutman) üzerinde bulunduğum merdivene çarpıp, başına geçen boya kovasıyla başka bir renge giriyordu. Bense pencerenin parmaklıklarında asılı kalıyordum.

*Resme tıklayarak büyütebilirsiniz.

Ofise döndüğümüzde akşam olmuştu. Yevmiyeleri aldık. Dört aydır tek işim gücüm buydu. Okulu iyice çıkartmıştım yaşamımdan. Etüt ağabeyliği yaptığım Haydarpaşa Lisesi de karşıt görüşlü etüt ağabeyleri tarafından işgal edilmişti. Zorunlu olarak orasını terk ettim. Bir süre direnmiş olsam da okulun mahzenlerinde, insanların kaybolacağı ve cesetlerinin hiç bir zaman bulunamayacağı tehditleri, her gün bir kaç öğrencinin öldürüldüğü haberlerinin gazetelerde manşetlendiği günlerde, Beyoğlu’na beş öğrenci arkadaşın kiraladığı eve daimi konuk olarak katıldım, ev kirasına ortak olarak. Şimdi işim daha da rahatlamıştı. Sabah erkenden figürasyonda oluyor, akşamları da Beyoğlu’nun arka sokaklarında keyifli geceler yaşıyorduk. Beyoğlu Karakolu’yla aynı sokakta bulunan “Tayfun Apartmanı”nın beşinci katından boğaza karşı çilingir sofraları kuruyorduk. Diğer beş arkadaşım, İstanbul’un hatırı sayılır üniversitelerine devam ediyorlardı. Bazıları Keşanlı olan bu dostlarım şimdi ülkemin avukatı, savcısı, mühendisi, öğretmeni olarak yaşamlarını sürdürüyorlar.

Ertesi gün yine erkenden kalkıp önce Erman Film’in bulunduğu pasajın karşısındaki Ata Saka‘ya ait çay evinde simit-çay kahvaltısından sonra, bizim çay evine geldiğimde, dünden devamı çekilecek olan filmin setine gidecek dokuz kişi, set minibüsüne binmek üzereydiler. Bu kez, bizi Yeşilyurt sahilinde bir yazlık çay bahçesine getirdiler. Sinemacı Tombiş Çetin, Turgut Boralı, Selçuk Uluergüven, Tuncer Necmioğlu, Atilla Pekdemir, Hakkı Kıvanç, İbrahim Uğurlu, Kemal İskender, set ekibiyle birlikte Zeki Alasya ve Metin Akpınar da oradaydı.

O günkü çekimler oldukça keyifli geçti. Biz kahvede otururken Zeki – Metin tüm becerilerini sundular. Komik sahne çekimlerine kahkahalarla güldük. O gün dikkatimi çeken bir şey, tombalacının camdan dışarı fırlatılması dahil hemen hemen tüm sahneler tek provadan sonra çekildi. Bu da kadronun ustalığındandı elbet. Zeki Alasya’nın korkudan altını ıslattığı sahne, o gün unutulmayan en güzel sahneydi… Ve en komik! Öğlen sandviçlerimizi yerken, benim fotoğraf makinem de çalıştı durdu. Aslan Bacanak filmindeki benim de katıldığım iki günlük çekim sona ermeden önce, Zeki Alasya’nın, ağzını ekmek sodasıyla köpürtüp intihar etme sahnesinde, Nubar Terziyan’la birlikte yakınlardaki bir evin yatak odasındaki kısa bir çekim de günün ilginç anısı olarak, yaşam dağarcığıma eklendi…

Beyoğlu’nda yaşam sürüp giderken, ikinci bir figüran bürosu keşfediyorum. Semih Bey’in bürosundan ayrılıp, Niyazi Vanlı‘nın yerinde işe başlıyoruz birkaç arkadaşla. İşte o günlerde günlüğüme aşağıdaki notları düşmüşüm… O gün de benim için önemli bir gündü… Çünkü Sadri Alışık, bizim çocukluğumuzun hayranlığını bugünlere taşıyanların başında geliyordu…

SADRİ’YLE BİR DAKİKA / 22.06.1977 – Pazar

Dün. Önceki gün. Daha önceki gün gibi, bu gün de erkenden geldim. Hava sisli pusluydu, güneş iyice ısıtana kadar. İstanbul’un havası böyle. Gün güne, saat saate uymuyor. Eski bir sinemadan bozma bu yapının, arka sokağa bakan geniş odasının duvarları film afişleriyle doldurulmuş. Figüranların bekleştiği bu yere, figürasyon bürosu diyorlar. Bu sokak, sinemacılar sokağı, film şirketleri, artistler kahvesi, organizatör büroları hep burada. İkinci, üçüncü bir de bizim gibi sonuncu sınıf figüranları bu sokakta görmek mümkün. Ünlü olmak hayaliyle memleketinden kalkıp gelenler, her gün değişen yüzler hep bu sokakta. Büroda bekleşenlerin çoğunluğu yeniler. Ortamı öğrenenler, acemilik dönemini atlatanlar şirketlerle direkt ilişki kurduklarından buraya gelmiyorlar. Çünkü, kazanılan paranın yarıya yakın bir bölümü bu büronun sahibi tarafından kesiliyor. Geri kalan bölüm figürana ödeniyor. Zaman geçtikçe daha da çoğalıyoruz. Herkeste işe gitme umudu. Telefonlu masada oturan patronun annesine, biz de anne diyoruz. Her an gelecek isteğe göre, içimizden uygun olanları seçip ilgili film setine gönderecek. Ne denli çok işçi gönderebilirse büronun kazancı o denli yüksek olacak. Onun sorunu ve düşüncesi de bu, artist olma düşü kuranların yanında. Tam, çıplak film furyasının başladığı günlerdeyiz. Söylenenlere göre haftada bir film çekiliyor, piyasaya hemen sürülüyormuş. Bu yüzden kazancı iyi olmalı figürasyonun. Ben, buralarda daha eskilerden, daha deneyimli olan Cesur Barut’la söyleşiyorum. O tüyoyu kapmış. Bu gün reklam çekimlerine gidilecekmiş. Reklamlar, filmlerden daha iyi. TRT‘nin tüm kanallarında yayınlanıyor. Bir iki saniye görünebildin mi tamam. Sinemadan,  filmlerden daha heyecanlı. Kısa zamanda ve daha yaygın olarak hem de televizyonda görülmenin zevki başka oluyor.

Mezarlık sahnesi çekimleri için on beş kişiyi seçip gönderdiler. Seçilemeyenlere de, umut dağıttı anne. Size de iş var, acele etmeyin. Tüm amacı her an iş çıkarsa, elinde hazır eleman bulunmasıydı. Saat ilerledikçe hareketlenme başlamıştı. Bazıları umutsuzca ayrılıp gittiler, ertesi gün gelmek üzere… Bir süre sonra beş kız, beş erkek seçildik. Reklam şirketinin minibüsüyle, daha önce görmediğim yollardan, yokuşlardan inerek, Karaköy Liman Gümrüğüne geldik. Pazar günü olması nedeniyle sanırım, gümrükte fazla insan yoktu. Ya da çekimler için boşaltılmıştı. Kamera, spotlar, ilgililer, yönetmenler ve yanlarında Turist Ömer giysileriyle Sadri Alışık göze çarpıyordu. Yönetmen yardımcısı bayan bize yapacaklarımızı anlattı. Gümrükten giriş yapan çiftleri canlandıracağımız mizansen oluşturuldu. Sadri Alışık‘ın ardından gümrük denetimine girecektik. Üç kez prova yapıldı. Uyarılar bitince, yönetmenin “Kamera!” sesinden sonra, hareket başladı. Önden birkaç çift denetimden geçti. Sadri Alışık elindeki bond çantayı gümrük görevlisinin önünde açtı. Görevli bir çanta dolusu kaçak kol saatini görünce şaşkınlıkla: “Bunlar da ne böyle? / Kuş yemi, kuş yemi. /  Kuş bunları yer mi be adam? / Valla ben önüne koyayım da, ister yesin, ister yemesin!” Yönetmenin “Stop!” demesiyle çekim sona erdi. ‘Sadri’yle 1 Dakika’ adlı, bir skeç-reklamın daha çekimi tamamlanmıştı. Bu çalışma, bir süre sonra Ziraat Bankası reklamı olarak TRT Televizyon’unda yayınlanacaktı. Ben de altmış lira kazanmanın mutluluğuyla, bekar evimize döndüm. Yarın yeni bir iş umuduyla…

*Resme tıklayarak büyütebilirsiniz.

1. BÖLÜMÜN SONU