Tag Archives: figüran

.::Yeşilçam Emektarı Sönmez Yıkılmaz Anlatıyor: “Jön bir yumruk atardı, biz 10 takla atardık, camdan çıkardık, uçurumdan düşerdik. Adımızı da bilmezlerdi! Bize “Cüneyt Arkın’dan dayak yiyen adamlar!” derlerdi!::.

Tüm Yeşilçam severlere merhaba,

TRT Belgesel için 2013 yılında hazırladığım “Üçüncü Adamlara Dair” adlı 7 bölümlük belgeselin ilk konuğu Süheyl Eğriboz’du. Süheyl ağabeyi birçok isimden keyifle dinlemiştim. Onlardan biri de emektar kavgacı karakter oyuncumuz -sonraları yapımcılık ve yönetmenlik de yapan- Sönmez Yıkılmaz‘dı. Bloğun yeni yayın dönemi için arşivi karıştırırken belgesel için yaptığım görüşmenin büyük bir bölümünün deşifresine rastladım. Belgeselde kullandığım ufak bir paragraf hariç tüm okuyacaklarınız ilk kez burada yayınlanan Yeşilçam anıları. Sönmez ağabeyi, özellikle kavga sahnelerindeki performansları için her daim takdir etmiş, hayranlıkla izlemişimdir.

Şimdi sizleri, Sönmez ağabeyin tabiri ile “Cüneyt Arkın’dan Dayak Yiyen Adam”ın anıları ile baş başa bırakıyorum.

Keyifli okumalar.

Sönmez Yıkılmaz ile belgesel çekimleri esnasında. / 23.04.2013

Sönmez Yıkılmaz: Bazen gerçek yumruk yiyorduk. Öyle “Yermiş gibi…” yok. Yumruk ‘çat’ diye suratımızda patlıyordu. Hele acemi jönlerle çekerken… Veya sahne jönün istediği gibi olmuyordu, kızmış oluyordu, ‘çat’ diye vuruyordu. Ben Cüneyt Arkın’ın çok yumruğunu yedim. Çok yedik. Benim kaburga kemiğim kırıldı haberim olmadı. Akşam yatamadım günlerce. Ve ertesi günlerde iş olduğundan doktora dahi gidemedim,kendi kendine kaynadı.

Sahneyi kesmek de yok! Canımız yanıyor, burnumuz kanıyor. Yönetmen diyor ki: “Canın yandı mı, bir şeyin var mı?”, “Yok hocam, çok iyiyim” diyorum. “Bir daha yapalım mı?” diyorum hatta. Kaburgamız kırıldı, kemiğimiz incindi, yok şu, katiyetle demiyorduk. Desek ki; “Hocam biz bu sahneyi yapamayacağız. Olmaz, çok yüksek, atlayamam!” Öyle bir şey yok. “Bu camdan çıkamam!” Öyle bir şey yok, atlayacaksın. “Hocam yaparız!” derdik. Çünkü aksini söylesek ertesi gün işe çağırmazlar. “Bu işi bilmiyor, yapamıyor.” derler. Adam çok… Anadolu’dan bir sürü insan geliyordu. 8-10 tane artistler kahvesi vardı, amele kahvesi gibi. O zamanlar amele kahvelerini duymuşsundur. Bizim o zaman telefon falan yok. Artistler kahvesi var. Geliyoruz, amele kahvesi gibi bekliyoruz. Geliyor prodüksiyon amiri; “Sen, sen, sen, işin var!” diye, bizi öyle seçip sete götürüyorlardı. Günlük yaşıyorduk yani. O gün işe gitmezsek açtık. İşe gitmemiz için de, bizim çok iyi roller yapmamız lazım. İyi atlamamız lazım, iyi zıplamamız lazım. Tabi bu arada kaburga kemiğimiz, çene kemiğimizin kırılması önemsiz.

Türkiye’de çekilen bir Amerikan filmine çağırdılar beni. Yarım metre, şu kadar masadan yere düşeceğim. Toprağı kazdılar. Oraya yumuşak yataklar koydular, karton kutular koydular. Dediler ki: “Bunun üzerine düşeceksin.”. “Ya ne diyorsunuz? dedim. Sanki bulutların üzerinden düşer gibi düştüm. Ama biz, Yeşilçam’da, “Çık, 3 metreden şuraya çakıl!” diyor, “5 metreden yere atla!” diyor. “Yumruğu ye, düş!” diyor.

Çok yıprandık belki ama asla pişman değilim. Yine o günleri yaşayalım. Yine o parasız günleri… Yine atlayalım, zıplayalım. Güzel günlerdi. Yani inanın çok güzel günlerdi. Biz o günlerde dram içinde komedi yapıyorduk. Gülüyorduk. Yani ağlanacak halimize biz gülüyorduk. Pervasızca oynadık biz filmlerde. Yevmiyemiz de belli olmuyordu ki. Bir filmde 300 lira, 500 lira o zamanın parası. Yani yevmiye alıyorduk, değişiyordu. 50’den başladı 100, 150, 200, 250, 300, 350 yevmiye aldık. İyi para alıyorduk aslında. Ama çok da harcıyorduk. Elimiz açıktı. Arkadaşlar ile birlikte yiyorduk, içiyorduk, geziyorduk. Ne yalan söyleyeyim; Dolu dolu yaşadık yani. Birinci sınıf yaşıyorduk. Ama tabii sinema böyle devam edecek sanmıştık, olmadı. Birçok arkadaşımız perişan oldu.

Yine ben o günleri yaşasam dolu dolu yaşarım. Ertesi günü simit parası bulamıyorduk. Kahvaltı parası bulamıyorduk, sigara parası bulamıyorduk. O gün para bitiyordu. Bir laf vardı bizim sokakta, “Para bu sokakta kazanılır, bu sokakta harcanır!” diye. Tüm paramız bitiyordu ama ona rağmen güzel günlerdi, sıcak günlerdi. Sinemanın bir aile olduğu günlerdi. Hepimiz bir aile gibiydik. Derler ya işte hani; “Yıllar geçti bize anılar kaldı, o keyifler kaldı.”

Yılmaz Kurt – Sırrı Elitaş – Yusuf Sezgin – Sönmez Yıkılmaz ve Hikmet Taşdemir

Karakter oyuncularıydık biz, halkın deyimiyle ‘figüran’. Bize ‘figüran’ derlerdi. “Figüran”, bir sinema filminin tuzu, biberi, yağı idi. Yani onlarsız asla film olmazdı. Jönleri biz sırtlardık, jönleri biz alkışlatırdık. Çünkü niye? Jön böyle bir yumruk atardı. Biz 10 takla atardık, camdan çıkardık, uçurumdan düşerdik. Olmayacak sahnelerde hayatımızı ortaya koyardık. Ondan sonra jön alkış alırdı. “Vay be nasıl vurdu!” derlerdi. Anadolu’da gezdiğin zamanlar, halk sağ olsun, Türk halkım, bize derlerdi ki: “Aa… Cüneyt Arkın’dan dayak yiyen adamlar!” derlerdi. ‘Cüneyt Arkın’dan dayak yiyen adam!’ düşünün yani. Adımız yok! Adımız “Cüneyt Arkın’dan dayak yiyen adam!” Niye? Cüneyt Arkın’la filmlerinde oynardık, o hep bizi döverdi. Daha sonradan Rambo falan çektik de, ben dövmeye başladım son zamanlar.

Düşünün arkadaşlarımız hastalanıyor, hastaneye köşelerinde yatıyor, haberimiz olmuyor. Dernekler bize haber vermiyor bazen. Şimdi her şey çok kolay. İletişim çok kolay. Hemen internete çıkarsın, bugün herkesin interneti var. Yoldan geçenin interneti var, sitesi var. Siteye girip baktığın zaman falanca şu hastanede, şöyle bir hasta… Hiç değil ise onu ziyaret ettiğimiz zaman o mutlu olur. Biz cenazeyi duyuyoruz, kağıt asıyorlar falanca yerde falanca ölmüş. Yani şimdi o zaman cenazeye gidiyoruz. Tabii üzülüyoruz. Yarın bir gün belki bizde ölür isek bizim içinde kağıt asacaklar, diyecekler “Sönmez Yıkılmaz öldü.” Arkadaşlar cenazeye gelecek. Yani iş işten geçtikten sonra gelecekler. Aslında bizim ne yapmamız lazım? İş işten geçmeden bu arkadaşlara sahip çıkmamız lazım.

Röportaj: Erhan Tuncer

.::İlk Kez Yayınlanan Belgelerle: Sadri Alışık’ın Yarım Kalan Filmi “Ayyaş” Üzerine::.

Herkese merhaba,

2019 yılını blog üzerine yazınsal olarak çok verimli geçiremesem de, yaklaşık 10 ayımı alan İhsan Yüce’nin biyografi kitabı buradaki açığımı kapatacaktır düşüncesindeyim. İlk kez burada duyurmuş olayım; kitap “Gül Gibi Zabıta Amiri Dururken Kızını Çöpçüye Veren Adam – Bir İhsan Yüce Kitabı” adı ile Şubat ayında raflardaki yerini alacak. Bir süredir heyecanla beklediğinize dair aldığım onlarca mesaja karşılık şunu belirtmeliyim ki, 300 sayfaya yakın, özel bir kitap oldu İhsan Yüce’nin kitabı. Beklediğinize değecek.

Ayyaş filmine gelecek olursak; Geçen sene Ağustos ayında İzdiham adlı kültür sanat dergisinde ilk kez yayınladığım yazı çalışmamı sizlerin yoğun ısrarına dayanamayarak burada da yayınlamak istiyorum. İnstagram paylaşımlarımda aldığım karar neticesinde fotoğraflara logo koymama konusunda da kararlıyım. İnsanların bir süre sonra kaynakça belirtecek bilince erişeceğine inanmak istiyorum.

Gönül Yazar – Sadri Alışık – Muhterem Nur

6 Nisan 2016’da kaybettik Ülkü Erakalın’ı. Sanırım şimdiye kadar hiçbir doğum günümde bu kadar kötü bir haber almamıştım. Bu nedenle Yeşilçam’ın bu ciddi kaybını her yıl kederle hatırlarım. Vefatından günler sonra –aylar, yıllar değil, günler- tüm özel eşyalarının sahaflara ve eskicilere satılması da ayrı bir üzüntüdür benim için. Onun adına açılmış bir vakıfta ya da bir üniversitenin sinema bölümünün bir odasında görmek isterdim senaryolarını, fotoğraflarını, notlarını, hatta kalemlerini ve gözlüklerini… Ve de son görüntülü söyleşilerinde ve fotoğraflarında hep fonda kendine asil bir yer edinmiş piyanosunu… Sahaf dostlarıma “5 senaryo, iki de not defteri kaça olur?” diye sormamayı dilerdim.

Tek tesellim, birçok yapım şirketinin çöpe attığı ya da kiloyla kâğıtçılara sattığı sinema belgeleri gibi yok olmamaları. Şükür ki senaryolarının ve notlarının büyük bir kısmı benim ve benim gibi kendi imkânları ile Yeşilçam arşivi toplayan ağabeylerimin ve dostlarımın arşivinde. Hepsi güvendeler ve uygun kitaplarda, dergilerde ve sergilerde Yeşilçam severlerle buluşmayı beklemekteler.

İşte okumakta olduğunuz bu yazı, Ülkü Erakalın arşivinden ilk kez gün ışığına çıkan senaryo ve fotoğraflar eşliğinde, hakkında hiçbir bilgiye rastlanmamış ve “kayıp” olduğu iddia edilen “Ayyaş” filmi üzerine yazılan ilk yazıdır.

Filmin Senaryosunun Cilt Kapağı

Şimdi sizlerle, senaryoyu okuduktan sonra sizler için hazırladığım filmin teknik detaylarını ve kısa öyküsünü paylaşacağım;

Öncelikle şunu belirteyim, “Ayyaş” filmi kayıp değil. Film, nedenini bilemediğimiz şekilde yarıda kalmış. 92 sayfalık ve 178 sahnelik filmin sadece 42 sahnesi çekilebilmiş. Çekilen sahnelerin tespiti, senaryoda üzerine notlar alındığı ve repliklerde düzenlemeler yapıldığı için oldukça kolay. Çeşitli İstanbul manzaralarının çekimi dışında, sadece hapishane hücresinde, barda, hastanede ve tiyatro kulisinde geçen sahneler çekilebilmiş. Senaryo ile beraber edindiğim film diaları (fotoğrafları) da bunu doğruluyor. Filmin senaryosunun yazım tarihi de, senaryonun son sayfasında belirtildiği üzere 18 Eylül 1975. Basılmış film sözlüklerindeki ve internetteki 1974 tarihi de bu nedenle yanlış. Hatta filmin çekimlerine hemen başlanmadıysa filmin tarihine 1976 dahi diyebiliriz. “Geçmiş Gazete” sitesinde yer alan filmle ilgili haberde Ülkü Erakalın’ın filmden bir hayli ümitli olduğunu, yurt içi ve dışı festivallerde ödül almayı planladığını okumuştum. Bu da filme, diğer filmlerinden biraz daha fazla özendiği anlamına gelebilir. Bu nedenle filmin ön hazırlığını da hesaba katarsak, 1976 yılında çekimlere başlandığı muhtemel.

Gelelim filmin öyküsüne;

“Salih (Sadri Alışık), Ferha (Muhterem Nur) ve Ferha’nın kızı Selma (Gönül Yazar) bir tiyatro kumpanyasında çalışmaktadırlar. Dönemin ünlü kantocularından Ferha, gösterilerden birinde kalp krizi geçirir ve sahneye çıkamaz.

Muhterem Nur – Gönül Yazar

İzleyiciler alkış kıyamet salonu inletince, yerine mecburen kızı Selma çıkar. Daha önce hiç kanto yapmamış Selma başlarda bocalasa da seyircinin de coşkusu ile sahnede yıldızlaşmaya başlar. O gün gösteri bittikten sonra Salih, sadece tiyatroya annesine yardıma gelen bu genç ve güzel kıza hem sesinin güzelliğinden dolayı hayranlık duyar hem de günler geçtikçe iyiden iyiye âşık olur. Günler sonra anne tekrar kalp krizi geçirir ve doktor (Renan Fosforoğlu) çok vaktinin kalmadığını söyler.

Renan Fosforoğlu – Gönül Yazar – Sadri Alışık

Selma yıkılır. Ferha, Selma’yı Salih’e emanet edip son nefesini verir. Salih ve Selma hayatlarını ve işlerini düzene sokmak için ve evlenirler. Tam her şey yoluna girmiştir ki ünlü organizatör Ferit Bey (Ekrem Bora), bir akşam tiyatroya gelir ve Selma’nın sesine ve gösterisine bayılır. Ona kendisi için çalışmasını teklif eder. Salih, bu kadar büyük bir işin içine girerse, tüm düzenlerinin bozulacağını söyler. Selma ise “Hep bu tiyatroda mı şarkı söyleyeceğim?” diyerek, Ferit Bey’in teklifini kabul eder. Bu dakikadan sonra filmin sonuna kadar, Salih’in, Selma’yı çok sevmesinden kaynaklı büyük bir kaybetme korkusuna kapılmasını ve bu nedenle alkole başlayıp gün geçtikçe daha çok içerek filme adını veren bir “Ayyaş”a dönüşmesini izleriz. Bu dönüşümde de en büyük pay, “içkilerin kraliçesi” lakaplı Leyla (Çolpan İlhan) adlı bar sahibi kadın ve onu kendine sürekli borçlandırıp varını yoğunu alkole yatırmasına sebep olan Dut Ali (Senih Orkan)’dır. Filmin son kısımlarında Salih, içki alacak parası kalmadığı için, Ferit Bey’in Selma’ya hediye ettiği köşkteki gümüş şamdanları çalıp kaçarken bekçiye yakalanıp hapse atılır. Bu süreçte de Selma, Salih’in kendinden çok alkolü sevdiğini düşünüp Salih’ten ayrılarak Ferit Bey’le evlenir. Salih ise hapishanede alkolden kurtulmak için tedavi görmeye karar vermiştir ve hastaneye yatmıştır. Acı haberi, kendini ziyarete gelen Selma’dan öğrenir. Salih, Selma ve Ferit Bey’e acı bir bakış atarak hastane odasından çıkıp gider… Selma kaygılı gözlerle etrafa bakmaktadır… Bakar… Bakar… Bakar…”

Film, bu sahneyle biter.

Son birkaç cümlesini Ülkü Erakalın’ın filmlerini anlatırken duyduğu coşku ile yazmaya çalıştığım film öyküsü burada bitiyor. Klasik Yeşilçam filmlerinin aksine mutlu bir sonu yok Ayyaş’ın. Hatta senaryonun kurgusu da, diğer birçok aşk filminden farklı olarak paralel bir anlatımla ilerliyor. Senaryonun ilk sayfalarında çeşitli İstanbul sahnelerinden sonra okuduğumuz ilk sahne hücrede geçiyor. Salih, kederli sesi ile bize hikâyesini, alkolün tuzağına düştükten sonra başına gelenleri anlatıyor. Ve senaryo boyunca da aralıklarla hücre anlatımlarını görerek filmin finaline geliyoruz. Özenilmiş, benzer konulardaki onlarca filmden ayrılabilmesi için üzerine çalışılmış bir senaryo bu. Erakalın’ın çok özenerek yazdığı bir diğer filmi “Ben Sana Mecburum” gibi…

Son olarak, bu senaryonun Ülkü Erakalın için önemine gelirsek; Ülkü Erakalın’ın annesi, Yunanistan’dan Türkiye’ye gelmiş bir tiyatro sanatçısı… Usta bir kantocu… Adı da Vaso… Senaryonun ilk sayfalarında kalp krizi geçiren kantocu Ferha gibi… Senaryonun ilk 20 sayfasındaki kantoların yazımındaki coşkuyu, hâkimiyeti gördüğümde çok duygulandığımı söylemeliyim. Sanırım Erakalın, özellikle çadır tiyatrolarındaki sessiz faziletlere dikkat çekmek istemişti bu senaryosunda. Bir de yılların meslek birikimi ile şahit olduğu, alkolün yok ettiği sanatçılara… Yıldırım Önal gibi… Cahide Sonku gibi…

Geçen yıllarda yitirdiğimiz büyük usta Sadri Alışık, değerli hayat arkadaşı Çolpan İlhan, Ekrem Bora, Senih Orkan, Renan Fosforoğlu, Yalçın Gülhan ve Ülkü Erakalın’a rahmet, Muhterem Nur ve Gönül Yazar’a selam ile…

.::Bir Süredir Yaşanan Durgunluk Hakkında::.

İhsan Yüce ve Fuat Onan

Merhaba sevgili Üçüncü Adam okurları,

Aylardır siteye yazı ekleyemiyorum çünkü hem mesleğimle ilgili yoğun bir çalışma temposundayım, hem de bildiğiniz üzere İhsan Yüce üzerine oldukça ayrıntılı bir kitap yazmaktayım. Kitap öyle çok mesaimi alıyor ki, en basit işlem olan Üçüncü Adam’ın İnstagram hesabına fotoğraf eklemeye dahi fırsatım, enerjim olmuyordu. Sizlerden gelen özlem ve dolayısıyla sevgi temelli sitem mesajlarına kayıtsız kalamadığım için İnstagram hesabına bir miktar hareket kazandırmaya başladım. Umarım vakit bulurum ve siteye de geçen aylardaki gibi yazı ve fotoğraflar eklemeye başlarım.

İhsan Yüce kitabına da kısaca değinecek olursam: 60.000 sayfaya yakın dergi ve gazete ile 20.000‘e yakın lobi kartı/film fotoğrafı karıştırdım. İçinde Yavuz Turgul, Ahmet Sezerel, Kaya Ererez, Aytekin Çakmakçı, Menderes Samancılar, Alev Oraloğlu, Mazlum Çimen gibi isimlerin olduğu 60’tan fazla isimle röportaj yaptım. İhsan Yüce’nin mahalle arkadaşlarını, hatta alt komşusunu dahi buldum. Aylar sonra okuyacağınız bu kitapta, 1954 yılından, 1991 yılına kadar ülkemizde yaşanan ve çoğunu ilk kez duyacağınız tiyatro ve sinema bilgilerine ulaşacaksınız. Çok uğraştım, beğeneceğinizi ümit ediyorum.

Site ile ilgili ilk planımdan da bahsedeyim; Haftanın belirli bir gününü, sitede paylaşım günü olarak belirlemek için bir ön çalışma yapacağım. En azından ilk yayın ayını eksiksiz geçirebileceğim arşiv taraması ve yazı taslaklarına ufaktan başladım. Umarım vaadettiğim gün ya da günlerle ilgili size mahçup olmam.

Daimi sevgi ve muhabbetle.

Üçüncü Adam adına: Erhan Tuncer