Tag Archives: sinema emekçileri

.::Yeşilçam Emektarı Sönmez Yıkılmaz Anlatıyor: “Jön bir yumruk atardı, biz 10 takla atardık, camdan çıkardık, uçurumdan düşerdik. Adımızı da bilmezlerdi! Bize “Cüneyt Arkın’dan dayak yiyen adamlar!” derlerdi!::.

Tüm Yeşilçam severlere merhaba,

TRT Belgesel için 2013 yılında hazırladığım “Üçüncü Adamlara Dair” adlı 7 bölümlük belgeselin ilk konuğu Süheyl Eğriboz’du. Süheyl ağabeyi birçok isimden keyifle dinlemiştim. Onlardan biri de emektar kavgacı karakter oyuncumuz -sonraları yapımcılık ve yönetmenlik de yapan- Sönmez Yıkılmaz‘dı. Bloğun yeni yayın dönemi için arşivi karıştırırken belgesel için yaptığım görüşmenin büyük bir bölümünün deşifresine rastladım. Belgeselde kullandığım ufak bir paragraf hariç tüm okuyacaklarınız ilk kez burada yayınlanan Yeşilçam anıları. Sönmez ağabeyi, özellikle kavga sahnelerindeki performansları için her daim takdir etmiş, hayranlıkla izlemişimdir.

Şimdi sizleri, Sönmez ağabeyin tabiri ile “Cüneyt Arkın’dan Dayak Yiyen Adam”ın anıları ile baş başa bırakıyorum.

Keyifli okumalar.

Sönmez Yıkılmaz ile belgesel çekimleri esnasında. / 23.04.2013

Sönmez Yıkılmaz: Bazen gerçek yumruk yiyorduk. Öyle “Yermiş gibi…” yok. Yumruk ‘çat’ diye suratımızda patlıyordu. Hele acemi jönlerle çekerken… Veya sahne jönün istediği gibi olmuyordu, kızmış oluyordu, ‘çat’ diye vuruyordu. Ben Cüneyt Arkın’ın çok yumruğunu yedim. Çok yedik. Benim kaburga kemiğim kırıldı haberim olmadı. Akşam yatamadım günlerce. Ve ertesi günlerde iş olduğundan doktora dahi gidemedim,kendi kendine kaynadı.

Sahneyi kesmek de yok! Canımız yanıyor, burnumuz kanıyor. Yönetmen diyor ki: “Canın yandı mı, bir şeyin var mı?”, “Yok hocam, çok iyiyim” diyorum. “Bir daha yapalım mı?” diyorum hatta. Kaburgamız kırıldı, kemiğimiz incindi, yok şu, katiyetle demiyorduk. Desek ki; “Hocam biz bu sahneyi yapamayacağız. Olmaz, çok yüksek, atlayamam!” Öyle bir şey yok. “Bu camdan çıkamam!” Öyle bir şey yok, atlayacaksın. “Hocam yaparız!” derdik. Çünkü aksini söylesek ertesi gün işe çağırmazlar. “Bu işi bilmiyor, yapamıyor.” derler. Adam çok… Anadolu’dan bir sürü insan geliyordu. 8-10 tane artistler kahvesi vardı, amele kahvesi gibi. O zamanlar amele kahvelerini duymuşsundur. Bizim o zaman telefon falan yok. Artistler kahvesi var. Geliyoruz, amele kahvesi gibi bekliyoruz. Geliyor prodüksiyon amiri; “Sen, sen, sen, işin var!” diye, bizi öyle seçip sete götürüyorlardı. Günlük yaşıyorduk yani. O gün işe gitmezsek açtık. İşe gitmemiz için de, bizim çok iyi roller yapmamız lazım. İyi atlamamız lazım, iyi zıplamamız lazım. Tabi bu arada kaburga kemiğimiz, çene kemiğimizin kırılması önemsiz.

Türkiye’de çekilen bir Amerikan filmine çağırdılar beni. Yarım metre, şu kadar masadan yere düşeceğim. Toprağı kazdılar. Oraya yumuşak yataklar koydular, karton kutular koydular. Dediler ki: “Bunun üzerine düşeceksin.”. “Ya ne diyorsunuz? dedim. Sanki bulutların üzerinden düşer gibi düştüm. Ama biz, Yeşilçam’da, “Çık, 3 metreden şuraya çakıl!” diyor, “5 metreden yere atla!” diyor. “Yumruğu ye, düş!” diyor.

Çok yıprandık belki ama asla pişman değilim. Yine o günleri yaşayalım. Yine o parasız günleri… Yine atlayalım, zıplayalım. Güzel günlerdi. Yani inanın çok güzel günlerdi. Biz o günlerde dram içinde komedi yapıyorduk. Gülüyorduk. Yani ağlanacak halimize biz gülüyorduk. Pervasızca oynadık biz filmlerde. Yevmiyemiz de belli olmuyordu ki. Bir filmde 300 lira, 500 lira o zamanın parası. Yani yevmiye alıyorduk, değişiyordu. 50’den başladı 100, 150, 200, 250, 300, 350 yevmiye aldık. İyi para alıyorduk aslında. Ama çok da harcıyorduk. Elimiz açıktı. Arkadaşlar ile birlikte yiyorduk, içiyorduk, geziyorduk. Ne yalan söyleyeyim; Dolu dolu yaşadık yani. Birinci sınıf yaşıyorduk. Ama tabii sinema böyle devam edecek sanmıştık, olmadı. Birçok arkadaşımız perişan oldu.

Yine ben o günleri yaşasam dolu dolu yaşarım. Ertesi günü simit parası bulamıyorduk. Kahvaltı parası bulamıyorduk, sigara parası bulamıyorduk. O gün para bitiyordu. Bir laf vardı bizim sokakta, “Para bu sokakta kazanılır, bu sokakta harcanır!” diye. Tüm paramız bitiyordu ama ona rağmen güzel günlerdi, sıcak günlerdi. Sinemanın bir aile olduğu günlerdi. Hepimiz bir aile gibiydik. Derler ya işte hani; “Yıllar geçti bize anılar kaldı, o keyifler kaldı.”

Yılmaz Kurt – Sırrı Elitaş – Yusuf Sezgin – Sönmez Yıkılmaz ve Hikmet Taşdemir

Karakter oyuncularıydık biz, halkın deyimiyle ‘figüran’. Bize ‘figüran’ derlerdi. “Figüran”, bir sinema filminin tuzu, biberi, yağı idi. Yani onlarsız asla film olmazdı. Jönleri biz sırtlardık, jönleri biz alkışlatırdık. Çünkü niye? Jön böyle bir yumruk atardı. Biz 10 takla atardık, camdan çıkardık, uçurumdan düşerdik. Olmayacak sahnelerde hayatımızı ortaya koyardık. Ondan sonra jön alkış alırdı. “Vay be nasıl vurdu!” derlerdi. Anadolu’da gezdiğin zamanlar, halk sağ olsun, Türk halkım, bize derlerdi ki: “Aa… Cüneyt Arkın’dan dayak yiyen adamlar!” derlerdi. ‘Cüneyt Arkın’dan dayak yiyen adam!’ düşünün yani. Adımız yok! Adımız “Cüneyt Arkın’dan dayak yiyen adam!” Niye? Cüneyt Arkın’la filmlerinde oynardık, o hep bizi döverdi. Daha sonradan Rambo falan çektik de, ben dövmeye başladım son zamanlar.

Düşünün arkadaşlarımız hastalanıyor, hastaneye köşelerinde yatıyor, haberimiz olmuyor. Dernekler bize haber vermiyor bazen. Şimdi her şey çok kolay. İletişim çok kolay. Hemen internete çıkarsın, bugün herkesin interneti var. Yoldan geçenin interneti var, sitesi var. Siteye girip baktığın zaman falanca şu hastanede, şöyle bir hasta… Hiç değil ise onu ziyaret ettiğimiz zaman o mutlu olur. Biz cenazeyi duyuyoruz, kağıt asıyorlar falanca yerde falanca ölmüş. Yani şimdi o zaman cenazeye gidiyoruz. Tabii üzülüyoruz. Yarın bir gün belki bizde ölür isek bizim içinde kağıt asacaklar, diyecekler “Sönmez Yıkılmaz öldü.” Arkadaşlar cenazeye gelecek. Yani iş işten geçtikten sonra gelecekler. Aslında bizim ne yapmamız lazım? İş işten geçmeden bu arkadaşlara sahip çıkmamız lazım.

Röportaj: Erhan Tuncer

.::İlk Kez Yayınlanan Belgelerle: Sadri Alışık’ın Yarım Kalan Filmi “Ayyaş” Üzerine::.

Herkese merhaba,

2019 yılını blog üzerine yazınsal olarak çok verimli geçiremesem de, yaklaşık 10 ayımı alan İhsan Yüce’nin biyografi kitabı buradaki açığımı kapatacaktır düşüncesindeyim. İlk kez burada duyurmuş olayım; kitap “Gül Gibi Zabıta Amiri Dururken Kızını Çöpçüye Veren Adam – Bir İhsan Yüce Kitabı” adı ile Şubat ayında raflardaki yerini alacak. Bir süredir heyecanla beklediğinize dair aldığım onlarca mesaja karşılık şunu belirtmeliyim ki, 300 sayfaya yakın, özel bir kitap oldu İhsan Yüce’nin kitabı. Beklediğinize değecek.

Ayyaş filmine gelecek olursak; Geçen sene Ağustos ayında İzdiham adlı kültür sanat dergisinde ilk kez yayınladığım yazı çalışmamı sizlerin yoğun ısrarına dayanamayarak burada da yayınlamak istiyorum. İnstagram paylaşımlarımda aldığım karar neticesinde fotoğraflara logo koymama konusunda da kararlıyım. İnsanların bir süre sonra kaynakça belirtecek bilince erişeceğine inanmak istiyorum.

Gönül Yazar – Sadri Alışık – Muhterem Nur

6 Nisan 2016’da kaybettik Ülkü Erakalın’ı. Sanırım şimdiye kadar hiçbir doğum günümde bu kadar kötü bir haber almamıştım. Bu nedenle Yeşilçam’ın bu ciddi kaybını her yıl kederle hatırlarım. Vefatından günler sonra –aylar, yıllar değil, günler- tüm özel eşyalarının sahaflara ve eskicilere satılması da ayrı bir üzüntüdür benim için. Onun adına açılmış bir vakıfta ya da bir üniversitenin sinema bölümünün bir odasında görmek isterdim senaryolarını, fotoğraflarını, notlarını, hatta kalemlerini ve gözlüklerini… Ve de son görüntülü söyleşilerinde ve fotoğraflarında hep fonda kendine asil bir yer edinmiş piyanosunu… Sahaf dostlarıma “5 senaryo, iki de not defteri kaça olur?” diye sormamayı dilerdim.

Tek tesellim, birçok yapım şirketinin çöpe attığı ya da kiloyla kâğıtçılara sattığı sinema belgeleri gibi yok olmamaları. Şükür ki senaryolarının ve notlarının büyük bir kısmı benim ve benim gibi kendi imkânları ile Yeşilçam arşivi toplayan ağabeylerimin ve dostlarımın arşivinde. Hepsi güvendeler ve uygun kitaplarda, dergilerde ve sergilerde Yeşilçam severlerle buluşmayı beklemekteler.

İşte okumakta olduğunuz bu yazı, Ülkü Erakalın arşivinden ilk kez gün ışığına çıkan senaryo ve fotoğraflar eşliğinde, hakkında hiçbir bilgiye rastlanmamış ve “kayıp” olduğu iddia edilen “Ayyaş” filmi üzerine yazılan ilk yazıdır.

Filmin Senaryosunun Cilt Kapağı

Şimdi sizlerle, senaryoyu okuduktan sonra sizler için hazırladığım filmin teknik detaylarını ve kısa öyküsünü paylaşacağım;

Öncelikle şunu belirteyim, “Ayyaş” filmi kayıp değil. Film, nedenini bilemediğimiz şekilde yarıda kalmış. 92 sayfalık ve 178 sahnelik filmin sadece 42 sahnesi çekilebilmiş. Çekilen sahnelerin tespiti, senaryoda üzerine notlar alındığı ve repliklerde düzenlemeler yapıldığı için oldukça kolay. Çeşitli İstanbul manzaralarının çekimi dışında, sadece hapishane hücresinde, barda, hastanede ve tiyatro kulisinde geçen sahneler çekilebilmiş. Senaryo ile beraber edindiğim film diaları (fotoğrafları) da bunu doğruluyor. Filmin senaryosunun yazım tarihi de, senaryonun son sayfasında belirtildiği üzere 18 Eylül 1975. Basılmış film sözlüklerindeki ve internetteki 1974 tarihi de bu nedenle yanlış. Hatta filmin çekimlerine hemen başlanmadıysa filmin tarihine 1976 dahi diyebiliriz. “Geçmiş Gazete” sitesinde yer alan filmle ilgili haberde Ülkü Erakalın’ın filmden bir hayli ümitli olduğunu, yurt içi ve dışı festivallerde ödül almayı planladığını okumuştum. Bu da filme, diğer filmlerinden biraz daha fazla özendiği anlamına gelebilir. Bu nedenle filmin ön hazırlığını da hesaba katarsak, 1976 yılında çekimlere başlandığı muhtemel.

Gelelim filmin öyküsüne;

“Salih (Sadri Alışık), Ferha (Muhterem Nur) ve Ferha’nın kızı Selma (Gönül Yazar) bir tiyatro kumpanyasında çalışmaktadırlar. Dönemin ünlü kantocularından Ferha, gösterilerden birinde kalp krizi geçirir ve sahneye çıkamaz.

Muhterem Nur – Gönül Yazar

İzleyiciler alkış kıyamet salonu inletince, yerine mecburen kızı Selma çıkar. Daha önce hiç kanto yapmamış Selma başlarda bocalasa da seyircinin de coşkusu ile sahnede yıldızlaşmaya başlar. O gün gösteri bittikten sonra Salih, sadece tiyatroya annesine yardıma gelen bu genç ve güzel kıza hem sesinin güzelliğinden dolayı hayranlık duyar hem de günler geçtikçe iyiden iyiye âşık olur. Günler sonra anne tekrar kalp krizi geçirir ve doktor (Renan Fosforoğlu) çok vaktinin kalmadığını söyler.

Renan Fosforoğlu – Gönül Yazar – Sadri Alışık

Selma yıkılır. Ferha, Selma’yı Salih’e emanet edip son nefesini verir. Salih ve Selma hayatlarını ve işlerini düzene sokmak için ve evlenirler. Tam her şey yoluna girmiştir ki ünlü organizatör Ferit Bey (Ekrem Bora), bir akşam tiyatroya gelir ve Selma’nın sesine ve gösterisine bayılır. Ona kendisi için çalışmasını teklif eder. Salih, bu kadar büyük bir işin içine girerse, tüm düzenlerinin bozulacağını söyler. Selma ise “Hep bu tiyatroda mı şarkı söyleyeceğim?” diyerek, Ferit Bey’in teklifini kabul eder. Bu dakikadan sonra filmin sonuna kadar, Salih’in, Selma’yı çok sevmesinden kaynaklı büyük bir kaybetme korkusuna kapılmasını ve bu nedenle alkole başlayıp gün geçtikçe daha çok içerek filme adını veren bir “Ayyaş”a dönüşmesini izleriz. Bu dönüşümde de en büyük pay, “içkilerin kraliçesi” lakaplı Leyla (Çolpan İlhan) adlı bar sahibi kadın ve onu kendine sürekli borçlandırıp varını yoğunu alkole yatırmasına sebep olan Dut Ali (Senih Orkan)’dır. Filmin son kısımlarında Salih, içki alacak parası kalmadığı için, Ferit Bey’in Selma’ya hediye ettiği köşkteki gümüş şamdanları çalıp kaçarken bekçiye yakalanıp hapse atılır. Bu süreçte de Selma, Salih’in kendinden çok alkolü sevdiğini düşünüp Salih’ten ayrılarak Ferit Bey’le evlenir. Salih ise hapishanede alkolden kurtulmak için tedavi görmeye karar vermiştir ve hastaneye yatmıştır. Acı haberi, kendini ziyarete gelen Selma’dan öğrenir. Salih, Selma ve Ferit Bey’e acı bir bakış atarak hastane odasından çıkıp gider… Selma kaygılı gözlerle etrafa bakmaktadır… Bakar… Bakar… Bakar…”

Film, bu sahneyle biter.

Son birkaç cümlesini Ülkü Erakalın’ın filmlerini anlatırken duyduğu coşku ile yazmaya çalıştığım film öyküsü burada bitiyor. Klasik Yeşilçam filmlerinin aksine mutlu bir sonu yok Ayyaş’ın. Hatta senaryonun kurgusu da, diğer birçok aşk filminden farklı olarak paralel bir anlatımla ilerliyor. Senaryonun ilk sayfalarında çeşitli İstanbul sahnelerinden sonra okuduğumuz ilk sahne hücrede geçiyor. Salih, kederli sesi ile bize hikâyesini, alkolün tuzağına düştükten sonra başına gelenleri anlatıyor. Ve senaryo boyunca da aralıklarla hücre anlatımlarını görerek filmin finaline geliyoruz. Özenilmiş, benzer konulardaki onlarca filmden ayrılabilmesi için üzerine çalışılmış bir senaryo bu. Erakalın’ın çok özenerek yazdığı bir diğer filmi “Ben Sana Mecburum” gibi…

Son olarak, bu senaryonun Ülkü Erakalın için önemine gelirsek; Ülkü Erakalın’ın annesi, Yunanistan’dan Türkiye’ye gelmiş bir tiyatro sanatçısı… Usta bir kantocu… Adı da Vaso… Senaryonun ilk sayfalarında kalp krizi geçiren kantocu Ferha gibi… Senaryonun ilk 20 sayfasındaki kantoların yazımındaki coşkuyu, hâkimiyeti gördüğümde çok duygulandığımı söylemeliyim. Sanırım Erakalın, özellikle çadır tiyatrolarındaki sessiz faziletlere dikkat çekmek istemişti bu senaryosunda. Bir de yılların meslek birikimi ile şahit olduğu, alkolün yok ettiği sanatçılara… Yıldırım Önal gibi… Cahide Sonku gibi…

Geçen yıllarda yitirdiğimiz büyük usta Sadri Alışık, değerli hayat arkadaşı Çolpan İlhan, Ekrem Bora, Senih Orkan, Renan Fosforoğlu, Yalçın Gülhan ve Ülkü Erakalın’a rahmet, Muhterem Nur ve Gönül Yazar’a selam ile…

.::Avantür Filmlerin Yıldızı Behçet Nacar Anlatıyor: “Parçala Behçet’lerde çok cıvıttık! Filmlerimizde pek bir yenilik yapamadığımız için seyirci artık bizim filmlerimizden bıktı…”::.

Merhaba sevgili dostlarım,

28 Ağustos’tan bu yana, hepimizi derinden üzen vefat haberleri dahil olmak üzere hiçbir paylaşım yapamadım Üçüncü Adam‘da. O günlerde yoğun bir kitap yazma dönemindeydim ve bu tempo 2 hafta öncesine kadar yer yer artıp yer yer azalarak devam etti. Bu ortalama 2 buçuk aylık süre içerisinde: Adana Film Festivali için hazırladığım Ahmet Mekin‘in biyografi kitabı “Yeşilçam’ın Sessiz Fazileti Ahmet Mekin”, yine aynı festival için hazırladığım fakat henüz basılmayan 4 kitaplık “25 Aşk – Komedi – Aksiyon -Dram Filmi ile Yeşilçam” ve festival dışı olarak emektar karakter oyuncumuz Yavuz Karakaş‘ın hayatının ve Yeşilçam anılarının yer aldığı “Yeşilçam’da Bir Ömür – Yavuz Karakaş” kitaplarını bitirdim.

Siz değerli Yeşilçam severlerden ayrı kaldım ama  yine sizin için, Yeşilçam’a dair bir bellek oluşturmak için çalıştım diyebilirim. Sadakatle beklediğiniz ve Üçüncü Adam’ı hiç yalnız bırakmadığınız için çok teşekkür ederim.

Bildiğiniz üzere sürekli olarak güncellenen ve büyüyen bir arşivi var Üçüncü Adam’ın. Geçen aylarda toplu olarak edindiğim 80’li yılların film sektörü dergisi “Film Market” adlı dergide öyle özel ve önemli bulduğum bir röportaja denk geldim ki paylaşmadan edemedim.

Yeşilçam’ın en orijinal isimlerinden Behçet Nacar ile yapılan bu söyleşide Nacar, kendi sinemasından ve video filmlerin fayda ve zararlarından tüm içtenliğiyle bahsediyor ve avantür-aksiyon filmlerinin kült karakteri “Parçala Behçet” ile ilgili geç kalmış bir itirafda bulunuyor: Çok cıvıttık!

Bugünü, Üçüncü Adam’ın yeni yayın dönemi olarak görmenizi ve hasretin bittiğini belirterek sizi röportajla başbaşa bırakıyorum.

Keyifli okumalar dilerim.

Söyleşinin Yayınlandığı Dergi: Film Market – 15 Temmuz 1984 / Sayı: 22

Söyleşiyi Yapanlar: Hüseyin Kuzu / Ziya Hocaoğulları

Behçet Nacar ile Söyleşi

Özgeçmişinizi anlatır mısınız?

1934 yılında İstanbul’da doğdum, İstanbul’da büyüdüm. Sultanahmet Erkek Sanat Okulu’nu bitirdim. Askerkliğimi yedek subay olarak yaptım. Evliyim, bir çocuğum var.

Sinemaya girişiniz nasıl oldu?

Kendi arabamla İstanbul’da taksi şoförlüğü yapıyordum. Arabamla filmcilerle çalışmaya başladım. Daha sonra da filmlerde figüranlığa başladım. 1964 yıllarıydı… O zamanlar figüranlar günlük 10 lira alıyorlardı. Daha sonra “yevmiyeci” oldum. Yıllar geçerken aldığım parada giderek 20, 30, 40… arttı. Hep “kötü adam” oynadım. Önceleri sıradan bir kavgacı iken daha sonra kavgacıların başı oldum. Film başına da fiks para almaya başladım. Yaklaşık 100 kadar filmde böyle oldu bu…

Başrole geçişiniz nasıl oldu?

Başrole geçişim rahat olmadı tabii… Denemeler oldu… 1971’de yönetmenliğini Melih Gülgen’in yaptığı, daha sonra bir furya başlatan “Parçala Behçet” ile başrole geçtim. “Parçala Behçet” bir döneme damgasını vurdu, benim de sinema yaşantımın dönüm noktası oldu. Bugüne kadar 10 siyah-beyaz, 35 kadar renkli filmde başrol oynadım. Bu filmlerin çoğunluğu avantür ve seks filmleridir. “Parçala Behçet” türü filmler benim değil, Türk Sineması’nın tipik filmi oldu. Fakat çok cıvıttık…

Başrolden sonra yapımcılığa, daha sonra da işletmeciliğe geçtiniz…

Evet… 1975 sonrası yapımcılığa başladım. “Bizim Film”i kurdum. Burada çoğunlukla küçük bütçeli avantür filmler yapmaya başladık. 1975’ten sonra “Bizim Film” olarak 18 tane film yaptık. 1978 sonrası da kendi filmlerimizin işletmeciliğine başladık. Başka yapımcılarla yaptığım, başrol oynadığım filmlerin hemen hepsini satın aldım. Bunların işletmesini de kendimiz yapıyoruz.

Son yıllardaki yapım çalışmalarınız hakkında bilgi verebilir misiniz?

Artık senede bir film yapabiliyoruz. O filmi yapmaya, çalıştırmaya ancak yetebiliyoruz. Çevirdiğimiz bütün filmlerin başrolünde ben oynuyorum. Geçen yıl da “Kobra” diye bir film çektik. Konusu Meksika’da geçen askeri bir film…

Oynadığınız avantür filmlerin yanısıra hiç tür değişikliği düşündünüz mü?

Başrolünde benim oynadığım başka tür bir filmde oynamam çok zor. Böyle tanındık, böyle devam ediyoruz. Başka da avantür filmi yapan, Cüneyt’in (Arkın) dışında kimse yok. Filmlerimizde pek bir yenilik yapamadığımız için seyirci artık bizim filmlerimizden bıktı. Özellikle Almanya pazarından dolayı, modaya uyup filmlerimize şarkı-türkü katıp, “müzikal” bir hava vermeyi de düşünüyoruz. Video piyasasında evlere girmek için filmlerimizin yapısını yumuşatmamız gerek…

“Küçük bütçeli avantür film”in yapım sorunları neler?

Avantür filmlerin yapımları daha masraflıdır aslında… Ama tam avantür olursa… Kırıp-dökmeden kısıtlamayacaksın yani! Bir silah patlaması 500 lira, bir yumruk yemek 10.000 lira… Bizim bu küçük bütçeli filmleri yapabilmemiz çok özel şartlarda mümkün olabiliyor. Bütün malzemeler, giysiler, silahlar vs. kendimizindir. Filmlerimizdeki bütün efektleri bizzat kendimiz yapıyoruz. Oysa arabesk film fiks sahnelerle doluç Dağda, bahçede kolayca çekilebiliyor. Bizim filmlerimiz çok yorucu çalışma gerektirir. Çalışan adam artık hiçbir tehlikeden de sakınmaz. Her işin kazası belası var.

Ülkemizde avantür film seyircisi potansiyelini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Aslında avantürün çok geniş bir seyirci kitlesi var. Fakat bu seyircimiz gerek iyi film yapmamamız, gerek işletme sorunları yüzünden başka alanlara kaydı. Yabancı avantür filmlere sinema salonlarında büyük ilgi var. Yerli avantür film seyircisi ise sinema salonlarından video alanına kaydı.

İşletme sorunlarınız nelerdir?

Büyük şehirlerde filmlerimizi göstermek için hiç sinema salonu bulamıyoruz. Küçük yerlerde de sinema salonlarının çoğu kapandı. Örneğin eskiden Trakya’da 10-15 vizyon bulabiliyorduk, şimdi 2 tane kaldı. Bölge işletmeleri de azaldı. Kalanlar filmlerimizi almıyor. Eskiden bölgelerde çok işletmeci vardı ve bunlardan biri gelip filmimizi alıyordu. Filmlerimizi ancak İstanbul çevresinde kendimiz işletebiliyoruz. Her tarafta bir tekel davası var anlıyacağınız. Yurt dışına satışımız da çok zor. Reklam yapmadan, dil bilmeden olmuyor bu işler. Savaştan önce Ortadoğu’dan gelip film alan işletmeciler vardı. Artık onlar da gelmiyor. Yurt dışına filmlerimizi satan arkadaşın kafasına yatmazsa filmlerimizi satmıyor.

Videonun gelişi filmlerinizi ve işletmeciliğinizi nasıl etkiledi?

Video bizim elimizde malın yeniden değerlendirilmesi oldu. Sadece bizim için değil, herkes için… Video ile ihya olanlar oldu. Büyük filmler her zaman sinema salonu bulabiliyor ve video yoluyla da evlere kadar girebiliyor. Biz ne sinemadan ne de videonun bu piyasasından yararlanabiliyoruz. Video ile ilgili yasaların belirsizliği de elimizi kolumuzu bağlıyor.

Bir türlü çıkmayan video yasası aslında büyük yapımcıların işlerine yarayacak. Çıkacak haliyle bizim için daha kötü olacak. Bizim seyircimiz artık kahvelerde, biracılarda, meyhanelerde… Bu yür yerlerden video cihazının kaldırılması bize en büyük darbeyi vuracak. Her gün bir kahvede 3-4 filmimiz oynarsa film yetiştiremeyiz…