Tag Archives: ıtır esen

.::Kahkahaları Kulaklarımızı Çınlatırken, Gözyaşları İçimize Akan Sanatçı: Adile Naşit::.

Adile Naşit‘i daha yakından tanımaya devam ediyoruz dostlar. Arşivimizden sizler için, TV’de 7 GÜN dergisinin 5 Temmuz 1976 tarihli sayısında yer alan, Sezai Solelli’nin Tanıdığım Adile Naşit adlı röportaj çalışmasını derledik. Bu röportaj ile, bir önceki yayınladığımız Hüzünlü Bir Adile Naşit Röportajı” bir nevi tamamlanıyor olacak.

Çünkü onda her şey var… Kahkahaları kulaklarımızı çınlatırken, gözyaşları içimize akabilir. O, tüm duygularını zirvede yaşayan dev sanatçımız: Adile Naşit.

______________________________________________________

TV’de 7 GÜN Dergisi

5 Temmuz 1976

Hazırlayan: Sezai Solelli

Dergiden Deşifre Eden: Sinem Tuncer

Adile Naşit müjdeyi film setinde almıştı. Filmin yapımcısı Ertem Eğilmez telefonla Adile Naşit’i aramıştı. “Adile Antalya’ya gidiyorsun…” demişti. “Ödül kazanmışsın, onu alacaksın.” Bu haberle stüdyo birbirine girmişti. Domates güzeli Nahide Şerbet, Münir Özkul, Mahmut Cevher, Itır Esen ve Şevket Altuğ, Adile Naşit’i altın beşiğe bindirmişler, havalara kaldırmışlardı..

Sanki herkes Altın Portakal’ı kazanmış gibi bayram ediyorlardı. Sarılıp öpen, bağırıp çağıran gırla… Adile Naşit ise sanki cam kesişmişti. Ne bir şey duyuyor, ne bir şey hissedebiliyordu. Adile Naşit ertesi gün bir otomobile atladı, Antalya yollarına düştü. Ve Altın Portakal’ını aldı. Ödülünü aldıktan sonra, kuliste bir defa daha baygınlık geçirdi. Ama kendini çabuk topladı Adile Naşit. Ve Altın Portakal’ı ile resim çeken gazetecilere böyle poz verdi. Ne de olsa o gerçek sanatçıydı.

“Müjdeyi ilk kocama vermiştim. Durdu, düşündü, ‘Şey,’ dedi, ‘Sakın bu bir soğuk şaka olmasın…’ ”

“Bu öyle bir armağan ki, beni hayatımın sonuna kadar dimdik ayakta tutmaya yeter.”

“Belediye Reisi mutlaka bir şeyler söyledi Altın Portakal’ımı verirken.. Ama ben hiç birini duyamadım heyecandan.. Sadece ağlıyordum.”

Haziran’ın 24’ü. Günlerden Perşembe.. O gün de her zamanki gibi Arzu Film’in setinde çalışıyoruz. Ben, Münir Özkul, Ayşen Gruda ve öbür arkadaşlar. Orhan Aksoy’un rejisörlüğünü yaptığı bir komediyi bitirmeye çalışıyoruz.

Bir ara bir telefon. Beni istiyorlarmış. Baktım, Ertem Eğilmez Bey. Arzu Film’in sahibi..

“Hazırlan Adile” dedi. “Antalya’ya gidiyorsun.”

Şaka yapıyor zannettim. Benim seyahatten hele uçaktan hiç hoşlanmadığımı bilirdi. Hatta bu yüzden bir hafta kadar önce 13. Antalya Film Festivali’nin açılışına katılabilmem için bana şoförüyle birlikte kendi arabasını vermişti. Ayşen Gruda ile beraber gitmiş, bir gece kalıp dönmüştük. Bu bir.. Sonra bir de çok sıkı bir çalışma temposu içindeydik.. Bu durumda hiç bir yere ayrılamazdım.

Telefonda, “Evet Adile, Antalya’ya gidiyorsun” diye tekrarladı Ertem Bey, “Ödül kazanmışsın, onu alacaksın!”

Eh dedim, kendi kendime. Bu kadar ısrarla söylediğine göre herhalde doğru olacak. “Acaba hangi yardımcı rol için?” diye sordum.

-“Yardımcı rol filan değil!” diye gürledi Ertem Bey. “Doğrudan doğruya baş kadın oyuncu olarak alıyorsun.. Bu sefer benim arabam yok. Kendin bir şey bulup gidersin. Sana Pazartesi’ye kadar izin..”

NEREDEYSE YÜREĞİME İNECEKTİ

Telefon elimde, ne söyleyeceğimi bilemeden öylece duruyordum. Benden hiç ses çıkmadığını görünce Ertem Bey, “Adile!” diye bağırdı.

Güçlükle, “Efendim” diyebildim.

 –“Söylediklerimi duydun değil mi?”

“Duydum efendim”

Yine sessiz durduk bir müddet. Sonra Ertem Bey, “Tebrik ederim.” Dedi ve telefonu kapattı.

Bir anda stüdyo birbirine girdi. Münir Özkul, Ayşen Gruda ve öbürleri, herkes Altın Portakal’ı kendileri kazanmış gibi bayram ediyorlardı. Beni sarılıp sarılıp open, bağırıp çağıran gırla…

Bense sanki cam kesilmiştim. Ne bir şey duyuyor, ne bir şey hissediyordum. Neden sonra aklım başıma geldi. Evi aradım. Kocam çıktı telefona.

-“Ziya bey sana bir haber vereceğim, sakın heyecanlanma” dedim. “Aslında ben de pek inanmadım, ama Ertem Bey haber verdi. Ben 13. Antalya Film Festivali’nde Birinci Kadın seçilmişim.”

Karşı taraf tıs… Hiç bir şey söylemedi.

-“Ziya bey” dedim. Cevap yok.

Bir daha seslendim. Yine cevap yok.

Nihayet avazım çıktığı kadar, -“Ziya bey beni duyuyor musun?” diye bağırdım.

-“Bağırma kadınım… Sağır değilim, elbet duyuyorum.”

-“Duyuyorsan neye cevap vermiyorsun öyleyse?”

-“Düşünüyorum ondan… Şey diyorum… Sakın bu soğuk bir şaka olmasın?”

O gün akşama kadar ben de aynı şeyi düşündüm. Ama bir ara bir iki tebrik telefonu geldi dostlardan. Ogle ajansında duymuşlar radyoda.. Sonra stüdyoya uğrayan birkaç kişi daha aynı şeyi söyledi.

Akşam eve döndüğüm zaman Ziya bey hala şüpheliydi. O epeydir radyoyu ikinci plana atmıştı. Televizyonda verilmeyen haberlere pek inanmıyordu. Devletin resmi gazetesi gibi…

“8.30 haberlerinde vermediler.” Dedi

Nihayet “Güne Bakış”ta Can Akbel söyledi de inandık.

BİR ALTIN PORTAKAL: 3000 LİRA

Ertesi sabah 2.500’e anlaştık bir taksiyle. Antalya’ya gidecek, iki gün kalacak, Pazartesi erkenden burada olacaktık. Şoförün yatacağı yer, yemeği şusu busu tam 3000’e patladı bana bu Altın Portakal…

Ziya bey bu kadar uzun bir yola gelemez. Stüdyodaki arkadaşlardan da fayda yok. Mecburen ağabeyim Selim’in 20 yaşındaki oğlu Naşit’i aldım yanıma.

Ödüllerin dağıtıldığı Antalya Stadyumu’na girerken çok heyecanlıydm Cumartesi gecesi. Bir ara fenalık geçirdim. Biri nabzımı saydı. 160! Bana kalbimi takviye edici, ferahlatıcı birşeyler içirdiler.

Yanımda şimdi hatırlayamadığım biri izahat veriyordu. Benim rol aldığım iki film vardı festival katılan. “İşte Hayat” ile “Hababam Sınıfı Sınıfta Kaldı”. Jüri ikisindeki rollerimle bana “Yılın En Beğenilen Kadın Oyuncusu” ödülünü vermeye karar vermiş. Erkek olarak da Cüneyt Arkın!

Düşünebiliyor musunuz festivali? Cüneyt’in karşısında Türkan değil, Hülya değil, Fatma Girik değil, Müjde Ar değil de ben!…

Az kaldı heyecandan tekrar fenalaşıyordum ki, koluma girip biri beni mikrofonun başına kadar götürdü.

Bir alkış, bir alkış sormayın! Belediye Reisi mutlaka bir şeyler söyledi Altın Portakal’ımı verirken.. Ama ben hiç birini duyamadım heyecandan.. Sadece ağlıyordum.

-“Bu Türkiye’de ilk defa oluyor biliyorsun?” dedim.

“Ne ilk defa oluyor?”

-“Baş kadın olarak birinci ödülün sana verilişi. Ta 1951’de başlayan Yıldız Film Yarışması’ndan son yıllarda yapılan festivallere kadar bu tip bütün yarışmalarda En Beğenilen Kadın ve Erkek Yıldız, başrolleri oynayan ve isimleri filmlerin başında yazılan genç kız ve genç erkeklerden seçilirdi. Onlardan bin defa daha iyi oyun verseler bile Münir Özkul’lar, Aliye Rona’lar, Nedret Güvenç’ler, sen ve ötekiler hep yardımcı sanatçı sayılırdınız. Bu yıl ilk defa sen bu geleneği yıktın.”

“Estağfurullah benim ne haddime. Sağl olsun jüri öyle düşünmüş öyle karar vermiş.”

-“Ama memnunsun..”

Adile Naşit neşeli bir kahkaha attı. Sonra güldüğünün farkına varıp bir daha güldü. “İnanır mısınız haftalardır ilk defa gülüyorum. Şaşkınlık, korku ve yorgunluk. Gülmesini unutmuştum adeta. Haklısınız çok memnunum. Bu armağan beni hayatımın sonuna kadar dimdik ayakta tutmaya yeter!”

 ADİLE NAŞİT VE HAYATININ SONBAHARINDAKİ KISMET

Adile Naşit Özcan, Türkiye’nin en büyük halk komedyenlerinden meşhur Naşit’in kızı. Bugün aşağı yukarı 46-47 yaşında. Küçük yaştan beri ağabeysi Selim Naşit Özcan’la beraber sahne hayatında. En son Gönül Ülkü – Gazanfer Özcan Topluluğu’nda beraber çalıştıkları Ziya Keskiner ile evlendi. Ziya Bey bir kaç yıl önce kendi isteğiyle emekliye ayrılmış durumda. Baş başa iki kişi. Çocukları yok. O da ayrı ve çok acı bir hikaye..

“Tiyatro senin canın, kanın, her şeyindi. Ondan ayrılış nasıl oldu?” diye soruyorum.

-“Haklısınız. Ben hala tiyatrodan ayrılmış addetmiyorum kendimi. Tiyatronun maddi imkansızlıkları olmasa zaten hiç ayrılmazdım sahneden…

“1970-71’lere kadar tiyatrodan aldığımız para, dublaj reklam şu bu zar zor geçiniyorduk. Ama son 4-5 yıldaki hayat pahalılığından tiyatrolarımız kadar zarar gören hiç bir kuruluş olmadı. Her şey % 300-400 artarken 10-15 liralık tiyatro biletleri en fazla 20-25 liraya çıktı güç halle. Aslında 40-50 lira olmalıydı ama bugün çoğu dağılan seyirci o zaman hiç gelmezdi.

“Özel tiyatrolar para kazanacak ki sana verecek. Çoğu yerdeki maaşlar hala 5-6 yıl evvelki rakamlar. O parayla geçinilemiyor tabii.. Bu sebeple bugün Münir Özkel, Pekcan Koşar, Meral Taygun, Erol Günaydın, Turgut Boralı gibi Türk sahnesinin bir çok büyük isimleri tiyatro yapamıyorlar. Ya film çeviriyorlar, ya da televizyona reklam yapıyorlar.

“En son 3.000 lira alıyordum Gazanfer Bey’den. Geçimime yardım olsun idye de boş zamanlarımda film çeviriyordum bir yandan. Ertem Eğimez Be yard arda iş veriyordu bana. Hülya-Tarık çiftiyle “Beyoğlu Güzeli”nin ardından yine aynı çift ve Münir Özkul’la “Sev Kardeşim”i çevirdim.

“İlk zamanalr 300 lira yövmiye alıyordum. Derken bu 500 ve pek kısa bir zaman sonra 1000 lira oldu. Bir filmden elime ortalama 5-6 bin lira geçmeye başladı. Fena değildi, değildi ama tiyatroda çalışmalarım aksamaya başlamıştı. Doğrusu ne Gönül Ülkü hanım ne Gazanfer Özcan bey hiç bir şey söylemiyorlardı, ama ben rahatsız oluyordum. Ikisinin de çalışmaları gayet ciddidir. Herkesi provalarda tam saatinde isterken, bana göz yummaları, iş prensiplerini aksatıyordu.

“Bir gün dayanamadım, bunun böyle daha fazla yürümeyeceğini söyledim ve 1975 tiyatro mevsimi başında dostça ayrıldık. Şimdi tamamıyla Arzu Film’e bağlıyım. Film başına 15-20.000 lira geçiyor. Memur gibi maaşa vurursak ayda ortalama 10-12 bin kadar. Bunu değil bana, hiç kimseye veremez bugün tiyatro. Ancak sırtının devlete dayamış tiyatrolar hariç..”

-“Peki televizyondan ne veriyorlar” diye sordum.

-“O Sadri Alışık’la beraber çevirdiğimiz parodiler varya. Onlar en çabuk üç günde çekilir. Bu üç gün içinde bize adam başına 575 lira verirler. Çok az, ama bütün Türkiye görüyor, reklam oluyor diye Kabul ediyorduk. Reklam filmlerinden de ben şahsen 3 veya 5 bin lira alıyordum. Bunlar iyiydi. Ama Ertem Eğilmez Bey’le mukavelem mucibince ikisi de yasak bugün. Bütün gücümü filmlere veriyorum.”

 VE ACI BİR HİKAYE

Adile Naşit’le Ziya Keskiner çiftinin hayatında sade yakın dostlarının bildiği bir de çocuk problem vardır. Bir zamanlar aslan gibi bir oğulları vardı Ahmet adında. Karı-koca, Gazanfer Özcan trubunda İzmir’delerken Ahmet hastaydı İstanbul’da ve Allah kimsenin başına vermesin, 3-4 gün içinde birden gidiverdi o aslan gibi Ahmet! Neşeleri, amaçları, hayatları, velhasıl her şeyleriydi Ahmet onların… Nasıl yıkıldılar, nasıl mahvoldular sormayın…

Buna rağmen uçakla İstanbul’a atlayıp Ahmet’i toprağa verdikten iki gün sonra İzmir’de tekrar sahneye çıktılar.

Nasıl çıktılar, nasıl çıkabildiler hala şaşarım.

İşte ta o zamandan beri Adile uçağa binmekten nefret eder!

Ben bir zamanlar Adile’yi ayartmaya çalıştım. Darülaceze’den bir çocuk alması için. Bu aylarca sürdü.

-“Mühim olan çocuğu doğurmak değil sadece” dedim. “Ona bakmak, onu büyütmek en mühim sorun. Düşün 7-8 aylık bir bebek aldın. Her gün onun altını temizledin, karnını doyurdun. Onun hastalığında sen de sabahlara kadar uyumadın. O ağlayınca ağladın, o gülünce güldün. Böylece yıllar geçecek ve sen anlayacaksın ki, insanı çocuğuna bağlayan sadece onu doğurmak değil; onun derdiyle, neşesiyle, problemleriyle büyütmektir.”

Sonunda ikna ettim onu. O da Ziya Kesiner’i kandırdı. Daha ziyade 1 yaşında biraz daha küçükbir kız alınması üzerinde karar kıldık.

“1971 yazındaydı. Aylardan Temmuz. Biz Akçay’dayız. Gazanfer Özcan grubu da İzmir’de turnede. Adile’yi bir aydır görmemiştim. Acaba konuştuğumuz gibi bebeği almış mıydı, almamış mıydı merak ediyordum.

Temmuz’un sonuna doğru bir sabah Gazanfer ve tayfası habersiz bastırdılar. İstanbul’a geçiyorlarmış. Öğle yemeği için bana uğramışlar. Hoş beşten sonra herkes denize girerken, biz Adile’yle tam bir saat baş başa konuştuk kuytu bir köşede.

Darülaceze’ye 4-5 defa gitmiş en azından 2 bebek varmış. Ikisi de 1 yaşında vary ok. Biri oğlan, öbürü kız. Topaç gibi şeyler falan filan. Anlattı, anlattı… anladım. Oğlanı kafasına koymuş. Beni kırmak da istemiyor. Sözüm ona son kararı bana verdirmek için gelmiş.

-“Ben sana kız çocuk daha kolay yetiştirilir, bir de senin yanından ayrılmaz, sana can yoldaşı olur diye söylemiştim. İstiyorsan oğlanı al,” dedim.

Birden gözleri parlamış, sevinçle boynuma sarılmış, “Hay bin yaşa ağabey!” diye yerinden fırlamıştı. “Gider gitmez alacağım oğlanı..”

 İstanbul’a dönüşümde beni aradı. Çok üzgündü. O İzmir’deyken oğlanı almışlar. Yıkılmış adeta. Dört, beş gün sonra, “ Demek ki Allah’ın takdiri böyle” diye kalkmış kızı almaya gitmiş bu sefer. Ama onu da bulamamış!

O gün bugündür Adile evlat edinmeyi düşünmüyor artık. “Kendimi Tarık Akan gibi, Halit Akçatepe gibi beraber çalıştığım genç arkadaşlara adadım artık. Onlarla, bir abla gibi meşgul oluyor, evlat sevgimi onlara veriyorum. İnanır mısınız onlar da bir anne, bir abla gibi beni seviyorlar. Her şeyimle yakından ilgileniyorlar sağ olsunlar…”

Bunları söylerken yine de bir eksikliğin hasreti okunuyordu gözlerinin içinde…

O sırada foto muhabiri arkadaş resmini çekmek için gelmişti.

-“Resmini çekecekler Adile” dedim. “Saçını, başını düzelt de hazır ol.”

Birden o içten kahkalardan birini koyuverdi.

-“İlahi Sezai ağabey ne var ki neyi düzelteceğim” diye kıkırdandı. “Seyircim beni böyle tanıyor, böyle seviyor… Ama madem ki istiyorsun, tarıyormuş gibi yapayım..”

Baktım. Gözlerindeki biraz önceki üzüntüden eser kalmamıştı.

Sanatçı bu işte. Gülerken ağlayan. Ağlarken gülebilen..

.::Bir Sinema Tutkunu Ali Gençli, Tüm İçtenliğiyle Anlattı / 2. Bölüm: “Haftada bir film çekildiği ve o malum parçalarla süslendiği dönemde, tek tük çekilen normal filmlerden birisini yapan Acar Film’de gelişen bir grev, Yeşilçam’da tüm taşları yerinden oynattı…”::.

5) “Keşke oynamasaydım” dediğiniz ve “keşke o filmde ben de oynasaydım” dediğiniz filmler var mı?

Ali Gençli: Keşke oynamasaydım dediğim film olduğunu sanmıyorum. Oynadığım tüm filmlerde kamera önünde tadı damakta kalan keyifler yaşadım. Zaten yaşam felsefesi olarak da yaşamda ‘keşke’lerden çok, ‘iyi ki’leri çoğaltmayı ilke edinmiş biri olduğum için hep ‘keşke’siz yaşıyorum ben… Yılmaz Güney‘in bir filminde oynamayı çok isterdim.

6) Sitemiz sinemamızın Üçüncü Adam’ları, emektarları üzerine bir site. Bizler çalışmalarımızda sıklıkla, onların hak ettikleri değeri göremediklerinden bahsediyoruz. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?

Ali Gençli: Bir sabah bir minibüs figüranla birlikte bizi Yeşilyurt’ta bir tripleks villaya getirdiler. Figen Han ve teknik ekip hazırdı. Tanımadığımız bir jön, filmin erkek oyuncusuydu sanırım. İşte bir gariplik olduğu belliydi… Minibüste birlikte geldiğimiz figüranların hepsi erkekti ve on beş kişiydik. Bir süre bekledik. Figen Han setten ayrıldı. Bize çay ikram ettiler. Çaylar bitmeden sekiz tane bayan getirdiler. Bu kadınları burada ilk kez görüyorduk. Figürasyondan değildiler ve aşırı süslüydüler. Sonradan bunların, o günlerde çok revaçta olan ve sansürden geldikten sonra filme eklenen parçaların çekimleri için, randevu evinden getirildiklerini anladık. O günlere kadar bu parçalar, yabancı porno filmlerinden kırpılarak avantür filmlerine eklenirdi. İstanbul’da ve taşrada, sırf bu parçaların tutkunlarından oluşan bir sinema izleyici kitlesi türemişti. Biz de işsiz güçsüz olduğumuz günlerde, Beyoğlu’nda sadece bu tür filmleri oynatan sinemalara giderdik. Devamlı matinelerde, üç film birden oynardı ardışık olarak. On, on beş dakika süren o sahnelerden sonra sinema birden boşalırdı. Bu sinemalara sadece erkekler giderlerdi. Yeşilçam, böyle ‘yabancı porno parçalı’ dönemi uzunca bir süre yaşadı. Sonra hangi yönetmenin aklına geldiyse Amerikan pornolarının yerine yerliler çekilmeye başlandı. Önce anadan doğma kadınlar ekranda belirdi, Sonra cıs cıbıl sevişmeler aldı bunun yerini. Civciv Çıkacak Kuş Çıkacak – Kartal Pendik Gittik Geldik, sinema tarihimizde kayda geçti. Bunların ardından, ek parçalar çekilmeye başlandı. İlk yerli porno parça çekimlerinde A. Selvi adlı bir bayan arkadaşın oynadığını anımsıyorum. Ondan sonra hayat kadınlarıyla devam etti. Ve bu süreç bir çok “Üçüncü Adam”la sürdü…

Hatta bir gün, bir olaya tanık olduk… Böyle çekimlere katılan, Cüneyt Arkın‘ın ekibinden Üçüncü Adam’lardan birisine iyi bir fırça çekmişti, takıldığımız Artistler Kahvesi’nde…

İşte o gün… Madamın köşkünde böyle sahnelerin çekileceğini sezinleyen ben, üniversiteli bir emekçi yanlısı olarak, “Arkadaşlar bu gün özel çekimler için geldik sanırım, ücretlerimizi beş yüz lira yapmazlarsa, çekimlere katılmayalım.” önerisiyle kazan kaldırdım. Bana iki kişi daha katıldı. Set amirine bunu bildirdim. O da sanırım yönetmenle görüştü. Yönetmen yanımıza geldi. “Beş yüz lira yevmiye isteyenler ayağa kalksın!” dedi. Beş kişi olmuştuk ayağa kalkanlar… “Şoföre söyleyin bunları, geri götürsün. Bir daha da bunları görmek istemiyorum!” dedi. Böylece ilk eylemimizi yapmış ve setten kovulmuştuk… Böyle durumlar pek görülen şeyler değildi o günlere kadar. Ücret artışı için belki de ilk eylemdi bizimkisi. Ama iyi ki kovulmuştuk, çünkü o gün çekimlere katılan arkadaşlar, film vizyona girdiğinde, değişik odalarda, banyoda, mutfakta, yatakta çekilmiş, pek de hoş olmayan görüntülerle meşhur olmuşlardı. Bu da benim ‘iyi ki’lerimden birisidir. İşte tam bu dönemlerde, haftada bir film çekildiği ve o malum parçalarla süslendiği dönemde, aynı ekiple iki film çekildiği ve baş oyuncular dahil kimsenin bundan haberi olmadığı günlerde, tek tük çekilen normal filmlerden birisini yapan Acar Film’de gelişen bir grev, Yeşilçam’da tüm taşları yerinden oynattı…

7) Türk Sineması’nın dününü ve bu gününü değerlendirir misiniz? Sizce sinemamız neredeydi, şimdi nerede?

Ali Gençli: Türk sinema tarihine önemli bir hak arama mücadelesi örneği olarak kaydedilen bu grev bir bakıma üçüncü adamların greviydi. Ama aslı, o günlerden elimde kalan bir bildiriden de anlaşılacağı üzere, filmin başrol oyuncusu Cüneyt Arkın’ın araya girmesiyle grev sonlandırıldı. Grevcilerin tüm istekleri film bitiminden sonra yerine getirilecek denilmesine karşın, verilen hiç bir söz yerine getirilmedi. Arşivimdeki bir bildiri o günlerin kanıtıdır. Daha sonra ‘Sinema Emekçileri Derneği’ kuruldu. Hatta, 1 Mayıs 1977’de, Taksim’de büyük bir katılımla “Sinema Emekçileri Derneği” pankartı altında yerimiz almıştık.

Sorunun yanıtına gelince, güçlü bir örgüt altında bir araya gelinmediği sürece bu sektörde de  sorunlar yaşanacak, hak kayıplarına maruz kalınacaktır. Televizyon dizilerinde eski sanatçılarımıza zaman zaman destek verilse de, üçüncü adamların kendi köşelerinde unutulmuşluklarına bir çözüm olamamaktadır. Bu konuda “Beyoğlu Belediyesi”nin çözüm üretebileceğini düşünüyorum. Ancak bu çözümler konusunda bir çok proje üretebiliriz olanak sağlanırsa… Aydın’da, birlikte çalıştığımız Harun Kızılarslan ile bu konuda güzel bir proje hazırlamış durumdayız ama mali anlamda sıkıntıyı aşamadığımız için, bu proje şimdilik askıdadır.

8) Ali Gençli olarak, hayal ettiğiniz yerde misiniz? Sitemiz aracılığı ile bu mesleği yapmak isteyen okuyucularımıza söylemek istedikleriniz var mı?

Ali Gençli: Elbette bu büyülü dünyaya girerken, iyi bir karakter oyuncusu olmak hayalimdi. Tiyatrodan sinemaya geçmiş ustalar gibi nitelikli filmlerde başarıyı yakalamayı çok isterdim. Ancak sinemanın yoğun bakımda olduğu dönemde, Yeşilçam serüvenimin başlaması ve kısa bir dönem de olsa yılda bir – iki film çekilen günlere geldiğimizde ayrılmak zorunda kaldığım bu sektöre dönüşüm uzun yıllar aldı… 1980’den 2006 yılına kadar eğitimcilik görevimi yaptım. 2006 yılında bir belgeselde aldığım rolden sonra aralıklarla kamera karşısına geçiyorum. Ama yine de istediğim yerde değilim. Bunda İstanbul’dan uzak olmamın etkisi de var elbette. Bu mesleği yapmak isteyenlerin önce bilgi ve donanımlarını geliştirmelerini, kamera önü oyunculuğu için gerekli eğitimi almalarını ve iş prensiplerini geliştirmelerini öneririm. Bir de iş disiplininin her meslekte olduğu gibi bu meslekte de başarı için önemli olduğunu ifade etmek isterim.

9) Sinema filmi ya da dizi olarak yeni projeleriniz var mı?

Ali Gençli: Ege Bölgesi’nde çekilen filmler için yeni yüzleri Ege-Cast ajansın çatısı altında toplarken, kendi projelerimizi de oluşturuyoruz. Öyküsü senaryolaştırma aşamasında olan “Balıkçı” adlı bir projemizi, 2014 yılında gerçekleştireceğimizi ümit ediyorum.

10) Çalışmaktan en çok keyif aldığınız yönetmen kimdir? Nasıl çalışır?

Ali Gençli: Süreyya Duru‘yla “Güneşli Bataklık” ve “Ben Bir Garip Keloğlanım” filmi setinde keyifli anlar yaşamıştık. Çok babacan bir insandı. Bir de Remzi A. Jöntürk ciddi olduğu kadar espriliydi de çok… Behçet Nacar‘ın “Nerde Beleş, Orda Yerleş” adlı film setinde de ilginç anılarım oldu. Son olarak da, Yüksel Aksu‘nun son filmi “Entelköy Efeköy’e Karşı”nın çekimlerinde unutulmaz güzellikler yaşadık…

Ali Gençli’ye samimi cevapları ve ilgisi için sonsuz teşekkürler…

6.11.13 / Genseriko (Nam-ı Diğer Lüzumsuz Adam)